Nuri Bilge Ceylan Sinemasında İlk Dönem: Gerçekçilik
1996 yılında Eşkıya filmi Türk Sineması’nı tekrar ayağa kaldırmaya çalışmaktaydı. Bunu büyük ölçüde başarmış, insanları tekrar sinema salonlarına koşturmuş ve bazılarının kapanmasını bile engellemişti. Sektör tekrar ivme kazanırken bu durum, Ağır Roman gibi popüler ve bol ünlü kadrolu filmlerin de yolunu hazırlamıştı. Zira, insanları geri döndürmenin yolu bu tarz yapımlardan geçiyordu, ya da buna inanılıyordu. O sırada özel kanalların gittikçe sayısı artmış ve vhs kasetler de tekrar bir yükselişe geçmişti. İşte 1997 yılında, tam da böyle bir durumda ve nispeten ters bir dönemde Nuri Bilge Ceylan tamamen öznel, minimal ve Tarkovski sinemasını anımsatan bir anlatım ile kotardığı Kasaba‘yı çekti.
Ablası Emine Ceylan‘ın hikâyesinden ve tamamen kendi ailesi üzerinden filmin senaryosunu oluşturan Ceylan, bir nevi otobiyografik bir yapıt ortaya çıkarıyordu. Film, üç kuşağın çatışmalarını, kararlarını ve birbirleri ile ilgili olan iletişimlerini keskin bir dille perdeye aktarmayı başarmıştı. Fotoğrafçılıktan gelme bir yönetmen olduğu artık herkesin malumu olan Ceylan’ın, kısıtlı imkanlara rağmen ve kamerayı kendi kullanarak ortaya muhteşem kareler ortaya çıkardığını söylemek mümkün. Özellikle ateşin başındaki sohbet sahnesinde, kullandığı ışık ve gölgelendirmelerin görsel açıdan gerçekçiliği oldukça üst seviyeye taşıdığını söyleyebiliriz . Bu özelliği ile bile izleyiciye adeta orada, onların yanında oturuyormuş hissi veriyor. Tabii teknik açıdan filmin artılarını sayarken, en büyük hatası ve eleştirildiği noktayı da es geçmemek gerek. Bence tamamen yanlış bir tercih olan, oldukça yapmacık duran ve izleyiciyi itme ihtimali bulunan kötü dublajı. Teatral kalan, kağıttan okuyormuşçasına yapay duran ve hem karakterlere, hem de canlandıran oyunculara uymayan bir dublaj. Yine de Ceylan’ın o zamanki imkanları dahilinde bu yönteme baş vurmak zorunda kaldığını düşünüp, filmografisinin nazar boncuğu olarak kabullenmek ve sineye çekmek boynumuzun borcu. Zira; daha sonraki filmlerinde sesli çekimi tercih ettiğini ve başarılı oyuncu yönetimi ile bu anlamda da müthiş sonuçlar aldığını gayet iyi biliyoruz. Öyle ki özellike Ceylan’ın babası Mehmet Emin Ceylan ve yeğeni olan ve Mehmet Emin Toprak’ın muhteşem, samimi ve gerçekçi oyunculukları da oyuncu yönetimindeki ustalığın bir göstergesi.
Kasaba
Filmin açılışındaki sınıf sahnesi unutulmazlar arasında yer alır. Çocukların gözündeki ışıltılar bile izleyen herkesi etkisi altına alacak içtenliktedir. Geç kalan öğrencinin önce mahcubiyetindeki o mimikleri, daha sonra sobanın yanında ısındığındaki o gülümsemesi, beslenme çantasındaki kokunun ortaya çıkması sonucu utanan bir diğeri, canı sıkılan ve orada olmak zorunda olduğu için aslında üzgün olan bir başkası. Hepsinin aklı dışarıda, belki kar topu oynamak istiyorlar, belki de kasaba hayatından dolayı yapmak zorunda oldukları şeyler var ve bir an önce evlerine gitmek istiyorlar. Hatta cama ilişen bir kedi gördüklerinde öylesine seviniyorlar ki, gözleri hemen ona çevriliyor ve onunla oynayabilmek için can atıyorlar. Bu sahneyi izleyen herkes eğitim sistemini eleştirecek, fırsatların eşit olmadığını görecek ve o çoraptan düşen kar damlalarının büyük anlamını içinde hissedecek. Bunları anlamak için illaki köy ya da kasaba okulunda okumaya gerek yok. İnsan olmak, empati kurabilmek fazlasıyla yeterli.
İkinci kısımda ise iki kardeşin gözünden insan – doğa ilişkisine odaklanıyoruz. Kasaba üzerinden giden bir öyküde buna rastlamasak zaten hata olurdu. Küçük çocuğun kaplumbağaya olan merakı, sonra bunun acımasızlığa dönüşmesi ve en nihayetinde de vicdan azabı çekmesi. Öte yandan elektrik direklerindeki yuvalar, eşeğin masum bakışı ve tabi bize her daim mahsulünü karşılıksız sunan ağaçlar. İnsanı doğadan ayrı düşünmek mümkün değil. Bu sebepten ötürü değil midir hep dönme isteklerimiz? Ya da kopamayışlarımız? İşte tam da bunları düşünmeye başlarken uzun ama etkileyici son kısım olan ateş başındaki sohbet sahnesi geliyor perdeye…
Ateşin başında bütün taşlar dökülmeye başlıyor ve hesaplaşmalar ön plana çıkıyor. Saffet, kasabadan kurtulmak isteyen, en verimli çağında oraya hapsolduğunu ve daha evvel kaçıp gitmeyi tercih eden babasının bütün diyetini tek başına ödediğini düşünen bir isyankar karakter. Öte yandan da toprak kokusunu, sabahın sesizliğini, boş sokakları ve köpek çetelerini bile seven, onlarla bir bağı olduğunu düşünen biri. Yani kaçıp gitmek, kurtulmak istiyor, kasaba insanı ona boğucu geliyor ama öte yandan da bunu yapamıyor, bi şekilde oraya takılıp kalmayı aslında tercih ediyor. Suçladığı amcası ise, Amerika’da eğitim görmüş, kültürlü, şansı olmasına rağmen kasabayı terk etmemiş ve bunun için belki de eleştirilen birisi. Kuşakların en eskisini temsil eden dede ise yine bir şekilde Hindistan’a kadar uzanmış, badireler atlatmış ama kasabaya dönmekten başka isteği olmamış ve bunu başarmış bir karakter. Bu üç kuşağın çatışması, kararları ve birbirleri olan iletişimleri öyle muhteşem diyaloglarla aktarılmış ki, izleyicilerin kendinden bir şeyler bulamaması neredeyse imkansız. Öyle ya, hepimizin gitmek istediği ama saplanıp kaldığı dönemler olmuştur ya da gittikten sonra sadece dönebilmek istediği…
Mayıs Sıkıntısı
Yıl 1999’a geldiğinde ise Nuri Bilge Ceylan, Mayıs Sıkıntısı‘nı çekti. Film, Kasaba filminin çekim sürecini anlatıyordu. Yani yine bir nevi otobiyografik bir filmdi ve Kasaba ile birinci dereceden akrabalık bağları vardı. Bunun yanı sıra Uzak filmine de bir zemin hazırlayan film, daha sonraları Taşra Üçlemesi’nin bir parçası olarak anlandırılacaktı. Karakterler üzerinden işleyen ve çok başarılı bir yapısı olan filmin, sonraki yıllarda çıtayı iyice yükseltecek olan Ceylan sinemasında farklı bir yeri bulunmakta. Çoğu “kişisel” listede en sevilen film olduğunu söylemek pek de yanlış olmaz.
En küçük karakter olan Ali’nin en büyük hayali bir müzikli saattir. Bunu elde etmek için ne istenirse yapacaktır. Halası, cebinde taşıması için bir yumurta verir. Kırk gün boyunca kırmadan taşıyabilmesi durumunda istediği saati babasına aldıracağının sözünü verir. Burada Ali ile empati kurmak çok kolay. Müzikli saat bazılarımızın da takıntısıydı. Kimimiz kronometreli saat, bazılarımız ışıklı ayakkabı ve çoğumuzda o dönem bir furya olduğu için atari hayali kurardı. Hele ki bisiklet için saatlerce ders çalışanlarımızın sayısı sanırım çok da az değildir. Ali gibi bize de çeşitli motivasyon senaryoları uygulanırdı. Ali de büyük bir heyecan ve hırsla senaryosunu uygulamaya başlar. Son derece dikkatle yumurtayı taşımaya başlar. Muzaffer karakterinin kendisine hile yapması için sunduğu alternatifleri ise bir bir elinin tersi ile iter, kabul etmez. Bir gün Ali’ye bir sepet domatesi taşıma görevi verilir ve bunu yerine getirirken domateslerden biri yere düşer. Eğilip almak isterken cebindeki yumurta kırılır. Önce domatesleri yere atıp sinirini gidermeye çalışır, daha sonra hırsı devreye girer ve ona acı veren hayattan hile yaparak intikam almak ister. Elinin tersi ile ittiği hilelerden birine başvurur. Daha sonra müzikli bir çakmak görür, artık onu da elde etmek istemektedir. Düzen, sükunet bozulmuş ve hırs gittikçe her anını kaplamaya başlamıştır. Çakmak kendisine hediye edilmesine rağmen, hile ile getirdiği yumurtayı gösterip, hem çakmak hem de saatin sahibi olmak istemektedir. Ali için hırsları ön plandadır ve yalan söylemeye de başlamıştır artık. Hayatta da böyle değil midir ki zaten? Kendini bozmamak, aynı ve dürüst kalmak için direnirsin ama sonra belki bir şey olur, sen de ayak uydurmaya başlarsın. Artık önünü alamayacağın bir hale dönüşebilir ve hırslarına yenik düşmeye başlarsın. Buna göğüs gerip saf ve temiz kalabilen kaç kişi vardır ki?
Genç karakter Saffet ise, Üniversite sınavlarını kazanamamış, bir baltaya sap olmakla ilgili en ufak çabası olmayan ve parayı kolay yoldan bulmak isteyen birisidir. Babasının bulduğu işleri reddetmiş , kasabada yaşayan bir genç için nispeten sağlam bir iş olan fabrika işçiliğini de ünlü olmak, büyük şehire yerleşmek uğruna bir çırpıda bırakmıştır. Muzaffer karakterinden İstanbulda iş bulmak için söz almış, film işi kotarılırsa da para kazanacağı söylenmiştir. Bu sözlerden sonra daha da hırs yapan Saffet, iyice vurdumduymaz olmuştur. Sonunda da hayalleri suya düşmüş, elindekilerinin de kıymetini bilmediği için sıfırı tüketmiş ve öylece çaresiz kalakalmıştır.
Ortanca yaştaki karakter Muzaffer ise Nuri Bilge Ceylan‘ın kendisinden başka biri değildir. Film çekmeyi kendine tek hedef adamış, bir çıkış yolu olarak benimsemiş, bunun için adeta çırpınan, çaresizlikten kendi ailesini kamera karşısına geçmeye ikna etmeye çalışan ve son derece naif bir karakter. Karakterin nerelere ulaştığını görmek için filmin çözümlemesi üzerine Nuri Bilge Ceylan’ın biyografisine ve filmografisine bakmak sanırım yeterli olacaktır.
Filmin en yaşlı karakteri olan Emin ise Mehmet Emin Ceylan’ın muhteşem, samimi ve inanılmaz etkileyici performansı ile perdeye yansıyor. Performanstan ziyade kendisi olmayı başarabiliyor ve bu oyunculuk kompozisyonundan belki de çok daha zor bir iş. Emin gençliği mücadele içinde geçmiş olan bir karakterdir. Bunu artık bir yaşama biçimine dönüştürmüş ve yıllarca gözü gibi baktığı arazisini devletin yanlışlarına kaptırmamak için mücadele etmektedir. Tek derdi budur. Öyle ki; bir 20 yıl daha yaşamak istemesinin başlıca sebebi de aslında arazisidir. Yoksa kim sonsuza kadar yaşamak istemez ki?
En etkileyici sahnelerden biri, karakterlerin kendilerini kayıtlardan izledikleri sahnedir. Muhteşem bir müzik eşliğinde (Handel; Concerto Grosso # 2 in B Flat, Op. 3/2) bir süreliğine bütün hayatlarını düşünmüşler, artık yaşlandıklarını dile getirmişlerdir. O an videodaki halleri ile, izlerken ki halleri arasındaki fark; hayatın izlerini, yaşanmışlıkları ve hatıraları izleyiciye de düşündürmeyi başarıyor. Biraz hüzün çöküyor ama oldukça tatlı bir hüzün.
Burada kişisel bir not düşmem gerek. Nuri Bilge Ceylan ve babası arasındaki bağ, erken vakit kaybettiğim babamla aramda olan bağı anımsatıyor. Filmi ilk izlediğimde babam hayattaydı ama daha sonra izlediğimde yoktu ve ben de oturup onunla çektiğim videoları seyretmeye başladım. Bu anlamda sahnenin manası, benim için daha da üst seviyelere ulaştı ve Ceylan sineması ile daha baştan yıkılmaz bir bağ kurmuş oldum.
Ceylan sinemasının 90’larda olan bu ilk dönemi, tamamen öznel, tamamen samimi ve gerçekçiliğin ta kendisi. Tarkovski sinemasına açık bir şekilde göz kırpan, Çehov’dan etkilendiği belli olan bu filmler, Ceylan’ın filmografisinin devamı için de bize sağlam ipuçları vermişti. Emin dede bahar ayları konusunda çok haklı. Şu cümlelerine baharı sevmeyen biri olarak ben de katılıyorum: “Mayıs aylarını hiç sevmem. İçime bir sıkıntı çöker. Hep bir terslik olur.”