2000’li yılların Kore/suç/seri katil alaşımı filmlerinin yükseliş yaşamasının en önemli meyvelerinden biri Chaser. Hong-Jin Na’nın 2008’de çektiği film birçok festivalden özellikle oyunculuk performansları ile ödüller ile döndü. Seri katil filmleri arasında da hatırı sayılır bir edinen Chaser, gerilim dozu ve görselliği ile de izleyiciyi kendine hayran bırakmayı başardı. Seri katil filmlerinin klişesi olan katil kim sorusunu daha baştan veren ve bu anlamda bir tersyüz ile yoluna başlayan film, izlerken çaresizlik karşısından sinirleri de bozabilir. Katili baştan açık etmenin avantajı ile suçun diğer öğelerine yüklenebilen ve izleyiciyi de oralara yönlendiren Hong-jin Na, sistem üzerinden yaptığı ustaca göndermeler ve hicivlerle de çok güçlü bir işe imza atmayı başarıyor. Bilindik hikayeymiş gibi başlayan film, birçok kalıbı yok ederek ya da tersine çevirerek damakta yeni bir tad bırakıyor.
Film, eski bir polis olan Jong Ho’nun kadın satıcılığı yapması ve himayesindeki kadınların teker teker ortadan kaybolması üzerinden ilerliyor. Ortadan kaybolan kadınların izini süren Jong Ho, hep aynı kişinin kadınları çağırması üzerine hareket eder ve katil olduğunu düşündüğü Young Ming jee’nin peşine düşer. Yukarıda da bahsettiğimiz üzere daha filmin başında katili açık eder film ve katil kim? Sorusuna/telaşına gerek kalmaz. Bunun yerine katilin, peşindeki adamın psikolojilerini görür, bir suç ögesi karşısındaki tavırları izleriz. İzleyici, bir katil ve mağdur üzerinden adeta bir sosyolojik deneye katılır. Tabii buna eklenen aksiyon sosu, bir türlü adaletin yerine getirilmemesi ve dakikalar ilerledikçe içimizde kalanlar da ayrı bir sinemasal keyif unsuru olarak bize geçiyor. Kedi fare oyunu var ortada ama sonu belli ve hak eden hak ettiğini göremiyor. Burada şu soru da gündeme gelebilir; adalet sağlanamadığında, bunu kendimiz yerine getirmeli miyiz? Ve buna ne olursa olsun hakkımız yok mu?
Güney Kore’de yaşanan gerçek bir olaydan esinlenilen Chaser filmi, kanun koruyucu bir polise eskisinin kadın ticareti yapması ile daha rengini baştan belli ediyor aslında. Düzenin kokuşmuşluğu ve inancın yitirilişi ilk dakikadan içimize işliyor. Kaldı ki katilin yakalanma, ceza verilememe ve elden kaçma gibi adımlarında politikaya, kanuna, düzene ve siyasi olan her şeye müthiş göndermeler ve müthiş bir karşıt görüş bildirimi var. Hepsine birden isyan ediyor adeta Hong-Jin Ha. Hani artık epey bir klişe olan sistem eleştirisi var ama hiç olmadığı kadar sert ve tedirgin edici. Zira, suç hayatın her yerinde her an karşımıza çıkabilecek ve adalet duygusunu tam hissedemediğimizde bizi kaplumbağa gibi inimize sokacak bir şey. Bu oldukça evrensel bir his ve ülkemizde de geçerliliği üzerine sayfalarca şey söylenebilir, yazılabilir.
Filmin absürt bir yanı, epey zeki ve zorlamadan ortaya çıkmayacak komik bir yanı var. Zaten hayatın kendisi ve içindeki tüm pislikler de öyle değil mi? Burada yönetmenin bu harika tercihi de filmin gücünü artırıyor, tıpkı anlatıyı destekleyen teknik başarılar gibi. Evvela başlıca rollerdeki ikilinin harika olduğunu söylemek lazım. Neredeyse kusursuz oynamışlar ve jest ve mimiklerde bütün bu anlatılanları bulmak mümkün. İkincil olarak da filmin kurgusundan bahsetmek gerek. Biraz ayar kaçırıldığından bile tersyüz etme olayı o kadar yapmacık ve zorlama dururdu ki bu açıdan da yapılan seçimler için ekibi alkışlamak gerekir. Kore sinemasından zaten kötüsüne rastlamadığımız sinematografi de harika olunca top yekün teknik anlamda da sağlam bir film ile karşılaşmış oluyoruz. Yönetmenin iki kısa filmden sonra ilk uzun metraj yönetmenliği olduğuna ise inanmak güç. Bütün bu ayarı yapabilmek gerçekten usta işi bir yönetim gerektirir ve Hong-Jin Ha.
Chaser, gerilim, aksiyon, politika, drama gibi türleri harika bir şekilde harmanlamış ve sisteme dair sözünü hiç sakınmayan bir modern klasik ada. Sanırım empati kurmak da hiç bu kadar zor olmamıştır. Zira anlatılanlar dünyaya olan inancımızı zedeleyecek kıvamda…