Jeff Nichols, genç yaşına rağmen çektiği üç filmle gözde yönetmenler arasına girdi ve beklentileri epey yükseltti. Hollywood’un fantastik filmlere ağırlık verdiği ve senaryo sıkıntısı çektiği zamanlara ise ilaç gibi geldi. Karakter odaklı ve aile olgusunu ön plana çıkardığı filmleri belirli bir çıtanın altına hiç düşmedi. Özellikle Take Shelter filmi ile ne kadar yetenekli olduğunu kanıtladı. Hal böyle olunca da Nichols’un 2016’da peş peşe gösterim şansı bulacağı filmler heyecan yarattı. Doğaüstü güçleri olan oğlunu bir tarikatın elinden kurtaran ve ona olan inancından dolayı bir yolculuğa çıkan baba ve yakın arkadaşının hikayesinin anlatıldığı film, birkaç yönetmenin birden sinemasına öykünüyor ve havası 80’li yılları andırıyor.
Filmin eksileri ve artıları bir terazi oluşturacak kadar çok ve eşit olduğundan ele almayı bu yöntemle yapalım ve artılarından başlayalım. Öncelikle Nichols’un atmosfer kurma becerisi bu filmde de kendini gösteriyor. Karanlık bir havada, ışığın öneminin iyi yansıtıldığı bir tarzda ve karakterlerin filmin atmosferine uygun bir donukluk ile perdeye yansıtıldığını söylemek gerek. Buna ek olarak Nichols’un önceki filmlerinde de pek sevdiği karakter odaklı ve aile olgusunu ön plana çıkardığı anlatım tarzı yine kendini başarı ile gösteriyor. Nichols, bu anlamda derdini yine tam anlamıyla aksettirebilmeyi başarmış. Fetiş oyuncusu Michael Shannon başta olmak üzere oyunculuk performansları da gayet yerinde. Peki ya geriye kalan, hatta en önemli unsur olan senaryo?
İşte burada filmin daha ağır basan eksilerine sıra geliyor. Birincil olarak filmin 80’li yıllar tadında iddiasının altı doldurulamıyor. Parodi ya da nostaljik bir film desek değil, zira çok ciddi, gerilim soslu sahneler mevcut. Tamamen ciddi desek, bu anlamda da 80’li yılların video kaset filmlerinden biraz hallice o kadar. Sağlam bir bilim kurgu diyecek kadar done, hoş bir aile filmi diyecek kadar naiflik ise mevcut değil. Bu anlamda film neye hizmet etiği konusunda kafa karışıklığı yaşıyor, yaşatıyor. Shyamalan’ın formda zamanları ya da Spielberg’in ilk zamanları tadında bir anlatımı var. Böyle bakınca gayet olumlu gözüken bu özellik, altından kalkılamayınca basit bir öykünme olarak yer ediyor.
Aile olmak, babalık sorumluluğu, ne olursa olsun çocuğuna inanmak ve kollamak, bu uğurda her şeyi göze almak. Büyük bir inanç meselesi, inandığı şey uğruna insanın yapabilecekleri. Ailenin başına gelenler bilim kurgu formunda ilerlerken alt metinde Nichols klasiği olarak bu göndermeler var. Filmin başlarında tarikat üzerinden yapılan din çözümlemeleri. Daha doğrusu yanlışlıkları da muhafazakarlık üzerinden epey okumaya müsait. Tamamen yerdiğini ya da yanlışı göstererek doğru olanı anlattığını söyleyebiliriz. Keşke bu söylemlerin daha çok üzerine gitseydi demekten de kendimi alamıyorum. Son olarak bonus kabilinden paralel evren ve bu evrende yalnız olup olmamamı konuları var. Artık bu yalnız olmama durumu, sevginin her şeyi kurtaracak olması ve insanı bunun üzerinden yerme tamamen bir klişeye dönüşmüş durumda ve gayet iyi ilerleyen filme de oldukça zarar vermiş durumda.
Son tahlilde, son zamanların gözde çözümlemesi ile sözlerimi bağlayacak olursam; Midnight Special, içeriğin zayıf, biçimin kuvvetli ama totalde birbirinden ayırmadan değerlendirildiğinde kötü olmasa bile Nichols beklentilerinden dolayı biraz hayal kırıklığı yaratan bir film olduğunu net olarak söyleyebiliriz.