İtalyan Yeni Gerçekçilik akımı denildiğinde akla ilk gelen yönetmen kuşkusuz De Sica’dır. Aynı zamanda senaristlik ve oyunculukta yapmış olan De Sica, akıma önemli yön veren sinemacılardandır. Oldukça gerçekçi bir dili olan usta yönetmen, oyunculuk ve senaristlikte de oldukça yeteneklidir. Bu gücünü İtalyan sinemasına ve yine türe büyük katkı sağlayan senarist Zavattini ile birleştirdiğinde ise ortaya çok önemli eserler ortaya çıkmıştır. Bunların başında ise Ladri Di Biciclette ve bu yazıda bahsedeceğim Umberto D. gelir. Zavattini’nin kendi yaşamından esinlenerek yazdığı ve De Sica’nın babasından referans alarak geliştirdiği film, naçizane görüşüm olarak İtalyan sinema tarihinin de en iyi ya da en sevdiğim filmidir. Zira; hem gerçekçilik, hem drama sosu, hem de derdini anlatmaktaki gücü çoğu filmin standartlarının üzerindedir. İkilin bir başka başyapıtı olan ve adını zikrettiğim Ladri Di Biciclette filminin üzerine ise bir kat daha çıkmayı başarmıştır. Oradaki yıkım, hüzün, umut/umutsuzluk daha genel çerçeveye aktarılmış ve hayatın daha zor dönemine taşınmıştır. Gerilim dozu, insanın en yakın dostlarından başka bir canlı üzerinden verildiği için oluşan empati dozu çok daha yukarıya çekilmiştir. Belki de bir canlıya olan bağlılık insanı daha çok işe yaradığı hissiyatı ile karşı karşıya getirmektedir. Hal böyle olunca da empati kurmamız, filmi daha da içselleştirmemiz kolaylaşmış, buradan hareketle etkilenme katsayımız en üst seviyeye çıkmıştır. Yeni Gerçekçilik akımının gayrı resmi son filmi olarak da (bazı kaynaklar La Strada olarak kabul eder) harika bir kapanışa imza atmıştır.
Umberto Domenica Ferrari namı diğer Umberto D. emekli maaşı ile geçinmeye çalışan, bir pansiyonda kira ödeyerek yaşayan ve en büyük dostu, köpeği Flike’ye olan sevgisi ile ayakta durabilen bir emeklidir. Acımasız ev sahibesi Antonia’nın tehdit ve aşağılamaları ile hayatı daha da zorlaşmıştır. Bir türlü borcu olan kirayı da ödeyemez ve hatta ölümü bile denemeye kalkar. Köpeği Flike’yi de serbest bırakır ama kendi hayatı ile Flike’nin sokakta başına gelebilecekler arasında bir seçim yapmak zorundadır. De Sica tam da bu noktalarda yalnızlık temasını bizlere en net hali ile verir. Özellikle yaşlılık döneminde yalnız kalmaktan, bir şeyleri halledememekten hepimiz korkarız. Bu korkuyu iliklerimize kadar yaşatır De Sica. Peki bu yalnızlık sadece tek kalmakla mı alakalıdır? Birey olmanın, tek başına mücadele etmenin zorluğu mudur? Yoksa değişen dünyanın bencilleşen yüzü mü? Umberto D. kendisine yardım eden görevli kadın hariç kimseden yardım alamaz, kimse onu umursamaz, kimse yardım etmez ve Umberto ile çakışan menfaatleri olduğunda onu ezip geçer ya da geçmek isterler. Günümüzde artık iyice yaygın olan bencilliğin temellerini De Sica bir bir önümüze sunar. Bunu yaparken gençlere de bir sahne ile göndermesini yapar. Sanki o gençlikleri hiç bitmeyecek, hiç geçmeyecek gibi davranan, yaşlıları hor gören ve kötü davranan gençlere bir gün her şeyin tersine döneceğini anlatır. Gençlik hırsı ve büyüsü ile yapılan yanlışların sonunda dönüp dolaşıp geleceği yer insanın ta kendisidir. Zira; zaman durmamakta ve gittikçe ölümün biyolojik safhasını yaşamaktayız.
Umberto D. üzerinden adaletsizlik kavramını da savaş sonrası çöküntüsü ile birlikte ele alabiliriz. Gördüğü eğitim ve emek harcadığı yıllar göz önünde alındığında maruz kaldığı muamele ve hayat standartları kabul edilebilir değil. Bizim ülkemizde hala gündemde olan bu adaletsizlik, bireylerin hayatlarının karşılıklarını alamamalarını ve sistemin onları un ufak edip yok etmeye çalıştığını göstermekte. Bu yok oluşa direnen İnsan ise hayata bir şekilde bağlanmayı, bir amaç için yaşamayı tercih etmeli. İşte bu noktada Flike, Umberto’nun hayata bağlanma, bir amaç edinme ve kendini değerli hissetme sebebi. Bu sebeple de ölümden bile vazgeçip (o noktaya gelmişken) Flike’yi aramaya koyulması son derece anlaşılabilir. Bu arayış ve amaç, tıpkı Ladri Di Biciclette filminde Antonio’nun bisikletini arayışı gibi. Burada bir level daha artmış durumda ve bir canlı üzerinden aktarılmış vaziyette. Bütün sokakları bisikleti için talan eden Antonio, binbir güçlükle iş bulacak, hayatı boyunca çalışacak ve bir birikim yapamadan emekli olup Umberto D.’ye dönüşecek ve bu sefer belki de köpeğini arayacak. İki filmi tek parça düşündüğümüzde hayat, standartlar ve bunun içindeki küçük insanlar değişmiyor, sadece şekil değiştiriyor. Kısacası hayat bizden her şeyimizi alıyor bize hiçbir şey vermiyor.
Neredeyse tamamı amatör oyunculardan kurulan kadrosu, dış mekan çekimleri , De Sica’nın detaycılığı ve bilinçli bir tercih olarak yüklenip servis edilen gerçekçiliği ile Umberto D. tam anlamıyla bir başyapıt. İtalyan sinemasının temellerinden şimdiki usta yönetmenlerine kadar bütün o yapının da mihenk taşlarından. Toplumsal bakışı ve git gide artan bireyciliği de ustaca ortaya koyan film, hepimizi sorgulamaya iteceği gibi bazen umuda bazen de umutsuzluğa sürükleyecektir. Yakın bir dost olan köpeğin varlığı bütün o acılara göğüs germeye yetecek midir? Yani bir insanı ya da canlıyı sevmekle mi başlayacaktır her şey? Yoksa bu sadece geçip giden hayatlarımız için bir avuntu ya da bir öteleme midir sadece? Bu sorunun cevabı herkesçe değişir ama Umberto D. filminin gücü ve etkisi sanırım ölene kadar hep bizimle kalacaktır.