Büyük usta Fellini’nin en meşhur, en sükse yapan filmi La Dolce Vita’dır desek sanırım yanlış olmaz. Seveni kadar getirdiği eleştirilerden dolayı filme uzak duranı, hatta “skandal” olarak niteleyeni de epey mevcut. Bir dönem gazetecilik de yapan Fellini’nin kendi tecrübelerinden de esinlenerek ortaya çıkardığı bu başyapıt, her Fellini filminde olduğu gibi bol ihtişam, bol hiciv ve unutulmaz sahneler barındırıyor.
Modern toplumun gösteriş merakı ve sıradanlaşması üzerine çok sert bir bakış açısına sahip olan La Dolce Vita, günümüzde çok daha anlamlı hale gelen karakter yaratımları ile de oldukça gerçekçi bir noktada duruyor. Fellini, insanoğluna yine tüm basitliğini, hiç lafı dolandırmadan anlatmayı başarıyor.
Kendince bir tarzı olan ve insanlara tepeden bakmayı seven gazeteci Marcello Rubini, gazetesi tarafından bir köşe yazması için görevlendirilir. Görevi burjuvazi etrafında bir süre bulunması ve onların yaşam tarzını, dedikodularını gazeteye taşımasıdır. Kariyeri çöküş döneminde olan eskilerin ünlü yazarı, şimdilerin magazin gazetecisi Marcello, İtalya’nın toplumsal anlamda yükselirken, faşizmi de tekrar yüceltmeye başladığı bir dönemde, insanların bireysel tutunma çabaları, doyumsuzlukları, ihtişamın büyüsüne kapılmaları ve aslında epeyce mutsuz olan hayatlarına tanık oluyor. Belki de kendi yükselişi için bu ortam gereklidir. Zira, bu ayrıcalıklı sınıfın arasına ilk katıldığında, partiler, kadınlar, ihtişam arasında takılmaya başladıkça oldukça alaycı tavır sergiliyor. Tabii içlerinden bir kadına aşık olana dek… Hem de koca bir oyuncak bebek olarak tanımladığı kadına. Burada Fellini kartlarını açık oynamaya başlıyor. Entelektüel ve sanatçı sınıftan bir yazarı, yozlaşmış ve felakete sürüklenen burjuvanın ortasına atıyor. Hem yazarın yavaş yavaş kendinden bile vazgeçtiği bir sona sürüklenmesini sağlıyor ve bunu yaparken duyduğu sonsuz acıyı da görmemizi sağlıyor, hem de bayağılaşan bir nesli, yozlaşan bir toplumu sert bir şekilde hicvediyor. Aslında anlatmak istediği ve eleştirdiği İtalya’nın toplumunun tüm öğeleri ile yuvarlandığı çöplük.
Din konusunu deşmesi ve hem öven hem yeren tavrı Fellini’nin her filminde görmeye alıştığımız bir durum. Avrupalı muhafazakar kesimin, en sevmediği yönetmenler kuşkusuz İtalyan olanlar. Marksist Visconti, ahlak sarsıcı Pasolini ve dini karikatürize eden Fellini bunların başında geliyor.
Fellini’nin aslında dinden ziyade aşırı tutucu Katolikler ve onların dini uygulamaları / garip inanışları ile problemi var. Bu filmde de sahte bir mucize ve etrafında geçen olaylar ile bu görüşünü yineliyor. Tabii bunu yaparken tam karşısına seks partileri ve skandalları da yerleştiriyor. Hatta tarihe geçen sahnelerden birinde İsa heykeli ile bahsettiğimiz partileri aynı karede kullanıyor ve hayal gücünün sınırlarını zorluyor. Katolik kesim, bu hicvi bol, umutsuz ve hedonist tavrı hiç beğenmedi ve filme olan suçlamalar, saldırılar uzun süre devam etti. Buradan hareketle filmi aslında gizli bir şekilde fazla ahlakçı ve muhafazakar bulanlar bile oldu. Bu da bir başka La Dolce Vita tartışmasının konusuydu.
Görsel açıdan ustalık barındıran film, bu sayede bazı kusurlarını da örtüyordu. Senaryo ve dert anlatma anlamında fazla gösterişli olan film, görsel açıdan bu gösterişi fazlasıyla destekliyor ve ihtişamını zedelemiyor. Unutulmaz sahnelerin de etkisi ile büyülü havasını zerre kaybetmiyor. Yaratıcı zekanın kudret ve azametini bütün dünyanın kabul ettiği Roma’nın, güneşin şehrinin, tam ortasında Trevia Çeşmesi başında Anita Ekberg’in muhteşem güzelliği ile etkisini artıran o unutulmaz sahne sinema tarihine geçmiştir. Fellini dehası, Neptunus, Ceres ve Salus heykelleri arasında dahi, daha da çekici göstererek bizi Ekberg ile buluşturur ve bu durum bize hiç yapay gelmez.
Fellini, sanatçıların yakasından düşmeyen, olur olmaz yerlerde karşılarına çıkıp kişisel alan gözetmeksizin peşlerinde koşan Paparazzo karakteri ile günümüz paparazzilerine de isim babalığı yapmıştır. Büyük usta bunun bu kadar benimsenerek bir mesleğe dönüşeceğini, hem de tam da nefret edeceği şekli ile artarak devam edeceğini bilseydi eminim ki senaryoyu bile çöpe atabilirdi.
Filmin birçok yerinde ama özellikle açılış ve finalinde, Dante’ye yapılan göndermeler ile ahlaken yavaş yavaş çöken ve yeni bir kabuk arayan İtalya’nın betimlendiği La Dolce Vita, oldukça uçuk kaçık ama derdini de keskin bir şekilde aktaran cinsten bir film.
Dünya ve insanın hırsları var oldukça, sınıfsal çatışmalar süregeldikçe ve din olgusunun tahribatları hızını kesmedikçe yani yozlaşmış yaşam devam ettikçe büyüyecek ve her dönem etkisini artıracak La Dolce Vita.