Mad Max: Fury Road: Aksiyona Doymak

George Miller’ın 1979’da başlayıp, belirli aralıklarla çektiği Mad Max üçlemesi efsane olmuş durumda. Post Apokaliptik türe verdiği katkı ve bu tarz filmlere açtığı yol ise sinema için önemli doneler barındırmakta. Kullanılan anlatım dili, kurulan atmosfer ve aksiyon dozu, özellikle 80’ler video kaset kuşağını epey etkilemiş vaziyetteydi. Mel Gibson’ı da sinemaya kazandıran bu üçleme, siyasi düzleme çok rahat oturtabileceğimiz göndermeleri ile de hazfızalara kazInmıştı. Özellikle ikinci film olan “Mad Max 2 : The Road Warrior” bu anlamda hala en sert hicivlere sahip filmlerden biri konumunda. Son filmden 30 yıl sonra, George Miller yeni bir seriye başlıyor. Devam ya da remake olmayan film, aynı konsepti daha ileri taşımaya çalışarak yeni bir efsane seri oluşturmaya çalışıyor. Beklentiler filmin haberleri çıkmaya başladığından beri çok fazlaydı ama ilk müjdeyi aksiyon sever izleyicilere verelim: En iyi aksiyon filmleri listenizin üst sıralarında Mad Max : Fury Road’a bir yer açın.

Filmin en önemli özelliklerinden biri temposu. İzlerken, neredeyse nefes almak bile imkansız. Hemen hemen gerçek zamanlı ilerleyen ve izleyiciyi de peşine sürükleyen bir tarzı var. Bu sayede de diğer bilim kurgu filmleri ve alt türlerine nazaran çok daha gerçekçi olmayı başarıyor. Kendi içinde tutarlı kalabiliyor. Son yılların süper kahraman filmlerine, örneğin Marvel filmlerine göre de oldukça “saf” bir aksiyon tadı veriyor. Burada teknik bazı özelliklerin kullanım tercihleri de önemli. CGI teknolojisinin kullanımı yerine vinç gibi araçlar ile çekimler yapılması çok konuşuldu ama filmi izlerken gördük ki oldukça önemli bir bilgi bu. İzlerken o gerçekliği, o hissi alıyorsunuz kesinlikle. Son yılların bilim kurgularındaki efektle boğulan o yapaylıktan hiç eser yok. Teknolojinin geldiği noktadan yararlanma elbette mevcut ama orijinal seriye de adeta bir saygı duruşu var bu anlamda. O zamanki felsefe ve düşünce ile şu anki maddi imkanlar birleştirilmiş sanki. Buna gayet ayarında yazılmış senaryo ve harika kotarılmış sahne planları da eklenince tadından yenmez bir hal alıyor film. Estetik olarak da bir şova dönüşüyor ve hafızalardan silinmeyecek birçok sahneyi bizlere armağan ediyor.

Petrol konusu ve ne kadar değerli olduğu bu filmde de mevcut. Post Apokaliptik – punk bir ortamda, insanlar yiyecek ve içecek sıkıntısı çekmekteler ve bunlara sahip olan, insanları bundan dolayı köle gibi kullanan bir de kötü karakter var. Savaşçı olarak yetiştirdiği insanları ise adeta büyülemiş, beyinlerini yıkamış. Çok müthiş bir amaç uğruna savaştıklarını ve ölmeye hazır olduklarını düşünüyorlar. Günümüzde, özellikle siyaset ve din konusundaki körü körüne bağlanma olaylarına da epey denk düşüyor bu kısımlar. Tabii başta su olmak üzere kaynakların bir gün tükenecek olması, insanların bu durum karşısında çaresiz kalacakları ve bunlara sahip olan güçlerin dünyayı yöneteceği gerçeği de çok büyük önem arz ediyor. Dünyamız büyük bir hızla oraya doğru sürükleniyor. Dünya gittikçe ölüyor. Belki filmdeki gibi, o zamanlar sağ kalmayı ve nesli devam ettirebilmeyi başarabilen azınlık şunu sorgular; “Dünyayı kim öldürdü?”

Hikayenin burada bağlandığı ve eleştirilecek muhtemel iki yönü var. Birincisi son derece basit bir mesajı dile getirmesi, ikincisi ise kadınların önemi. İlk olarak, “dünyayı sevgi kurtaracak, hepimiz birbirimizi sevmeliyiz ve üzerimize düşeni yapmalıyız” mesajı. Bu, daha ziyade Armageddon tarzı, düşük seviyedeki bir kıyamet filminde olduğunda batmayacak türden bir mesajdır. Mad Max’in bütün o içerik ve biçimsel görkemine sanki biraz hafif kalmış. Yanlış mı? Belki hayır. Gerçekten olması gereken, her sorunun üzerinden gelecek olan sevgidir ama orijinal seriye bile bakınca, verilmek istenen çok daha öte bir şeydi. İkinci konu ise kadınlar. Filmin oldukça feminist söylemler barındırdığına katılmamak mümkün değil. Kadınların doğurganlığından, hayatı simgelemesinden tutun da isyanı, direnişi başlatanın bir kadın olmasına kadar azımsanmayacak türden bir kadın olgusu var. Hatta filmin en can alıcı anlarında, mücadele etme isteğini getirenler de yine kadınlar ve kadınlar tarafından oluşan bir çete oluyor. Yani, sevgi, mücadele, zeka her ne lazımsa kadınlardan geçiyor. Onlarsız olmuyor. Bir erkeğin yardımı da yok değil tabii ki. Bu da kahramanımız Max. İlk seriye nazaran Max karateri burada adeta yardımcı konumunda. Charlize Theron’un canlandırdığı Furiosa karakterinin daha ön planda oluşu ile Max karakteri ikinci planda kalıyor. Bu da elbette bilinçli bir tercih. Serinin devam etmesi ön görülen bölümlerinde belki Max’i daha ön saflarda bulabiliriz.

Oyunculuk performansları hakkında da iki kelam etmek gerekirse; Tom Hardy’nin hiç bir şekilde sırıtmayan bir performans sergilediğini söylemeliyiz. Hikaye gereği oyunculuk kalitesini gösterecek fazla bir alan bulamamış ama ilerleyen filmler için epey umut dolu olmamızı sağladı. Charlize Theron ise tek kelime ile mükemmel. En iyi perfomanslarından birini sergilemiş kesinlikle. Hem güzel, hem sert görüntüsü ile daha iyisi sanırım olamazdı. Genç yeteneklerden Nicholas Hoult’da üzerine düşeni fazlasıyla yerine getirmiş. Filme damga vuran karakter ve oyunculuklardan biriydi. Orijinal serini ilk filminde de Teocutter karakteri ile yer alan, bu filmde Ölümsüz Joe’yu canlandıran Hugh Keays – Byrne’da yine harika bir kötü adam performansı çizmiş. Onu hem ilk filmde, hem de son filmde harika performansları ile görebildiğimiz için gerçekten şanslıyız.

Müthiş bir aksiyon olan, biçim ve içerik olarak da her şeyin fazlasıyla ayarında olduğu Mad Max: Fury Road uzun süre hafızalardan silinmeyecek gibi gözüküyor. Film, atmosfer kurmada George Miller’ın ne kadar usta olduğunu da bir kez daha anlamamızı sağladı. Yeni serinin de efsane olması artık bizler için sürpriz olmaz. Tıpkı filmdeki çöl gibi, dünyada da dolanan bizler… İçimizdeki iyiliği bulmak için nereye gitmeliyiz?

© 2024 Modern Sinema