Sadist karakterlerin olduğu ve haneye tecavüz üzerinden anlatılan filmler sinema tarihinde hep yer bulmuştur. Kimisi Straw Dogs gibi karakter odaklı, kimileri ise Panic Room gibi teknik özelliklerin ön planda olduğu filmler. Bazılarında şiddet en sert haliyle gözler önüne serilirken, bazılarında ise gerilim dozu koz olarak kullanılmakta. En sarsıcı ve kışkırtıcı yönetmenlerden Haneke’nin ise yöntemi bambaşka. 1997 yılında çektiği ve bu türe ait olan filmde izleyici adeta işin içinde. Haneke, izleyiciye de rol veriyor, onlarla oynuyor ve asla istedikleri, alıştıkları şeyi vermiyor. Onların sabrını fazlasıyla zorluyor ve bunu yaparken de asla mutluluk vaad etmiyor. Zaten bütün filmlerine baktığımızda da Haneke’nin bu tarzı benimsediğini görüyoruz. Haneke, şiddetin tarihçesini yazan, insanın kanını donduran ve sanki izlerken sinirlenmemizi isteyen bir sinema diline sahip. Kent üçlemesi ile yabancılaşma ve yalnızlaşma üzerine de adeta manifesto yaratmış vaziyette. Hayatın aslında o kadar büyük anlamlar içermediğini ve bireyin çırpınışlarının da boşa olduğunu en keskin şekliyle ifade eder. Büyük bir sinemacı olmanın yanı sıra aldığı eğitimin de etkisi ile bir felsefecidir de aynı zamanda. Onun sinemasının hazmı zordur ama müthiş doneler de barındırır. Haneke bizi bize en iyi anlatan sinemacılardan biridir. Funny Games de bunun en güzel örneklerinden.
Film mutlu mesut bi aile tablosu ile başlıyor. Klasik bir burjuva ailesi, kaçamak yapmak için yazlık evlerine gelirler. Her şey son derece yolundadır. Fonda çalan klasik müzik, yüzleri gülen insanlar ve açık renklerin tercihi ile bize de verilen pozitif hava. Burjuva ile yönetmenin birçok defa yaptığı ve yapacağı hesaplaşma. Tam da bu noktada hikayeye katılan, hesaplaşmayı belki de bir intikam sürecine taşımaya kararlı ama oldukça sadist ruha sahip iki genç adam. Bembeyaz giyinmişlerdir ve temizliği, iyiliği temsil eden bu renk artık kirlenmiştir. Daha filmin başlarında, bildiğimiz, klasikleşmiş bir simge, bir renk yerle bir olur. Bu, ötesi için de bize bir ipucu vermektedir. Haneke birçok taşı yerinden oynatacak ve bizi tersyüz edecektir.
Karakterler, şiddetin seviyesini artırdıkça ve oyunlar oynadıkça bizi de bazı oyunlar beklemektedir. Hollywood gerilimlerindeki klişelerle başlarız. Bir bıçak net bir şekilde görülür bir sahnede ve normalde biliriz ki o bıçak baş karakterlerden birinin işine yarayacak kurtulmak için. Bu filmde değil. Burada belki de mutlu sona yer yok. Karakterlerin yanlış karar vermeleri, kadının komşularından yardım istemeyip kendini daha da zora sokması ve birçok klişe olması gerekenden farklı belki de hayatta karşılaşabileceğimiz türden en acı şekliyle kaşımıza çıkıyor. Filmin bir yerinde, suç ortaklarından biri saf dışı bırakılacakken, diğeri filme müdahele ediyor ve başa sarıp arkadaşının ölmesini engelliyor. Haneke müdahalesini yapıyor ve açıkça bağırıyor ki “mutlu son yok”. Bu noktada gördüğümüz karakterlerin dönüp kameraya konuşması ve olanları anlatması seyirciyi de suç ortağı konumuna taşıyor. Düşünmeye, tartmaya ve içten içe rahatsız olmaya sebebiyet veriyor. Şiddetin sebebi hepimiz değil miyiz zaten? Hepimizin içinde şiddete eğilim ve tahammülsüzlük yok mu? İşte Haneke bizi filmin içine çekerek bunları bir tokat etkisi ile gösteriyor ve daha da kışkırtıcı olmayı başarıyor. Tüm bunları yaparken de şiddeti açıkça göstermiyor. Gerilimi en yüksek seviyeye yükseltiyor. Kullanılan kadrajlar ve kurduğu atmosfer ile şiddeti ve yansımalarını perdeye aktarıyor. Bu da şiddeti daha derin yakalamamızı sağlıyor.
Haneke nedendir bilinmez on sene sonra Amerika’da, bir Amerikan filmi olarak filmi yeniden çeker. Üstelik filme herhangi bir yenilikçi bir yan getirmeden ve çok daha düşük performans sergileyen oyuncularla. Acaba yeniden çevrimi başkasına bırakmak istemediği için midir? Yoksa Amerikalıların da derdini anlamasını dilediğinden mi? Bunun cevabını bilmek zor ama Funny Games ile hiç tanışmamış olanlara tavsiyem 1997’de yapımı orijinal filmi izlemelidir.