Bazı tarihî ya da siyasî olaylar sinemada neredeyse bir türe dönüşmüştür. Hepimizin malumu olan Vietnam filmleri, Nazi filmleri, 11 Eylül filmleri gibi örnekler epey mevcut. Bunlara, özellikle 90’lı yıllarda yapılan filmlerin etkisi ile IRA filmleri söylemi de eklenmiştir. IRA (Irisih Republican Army) Kuzey İrlanda’nın bağımsızlığını savunan ve ülkelerinin Birleşik Krallık’tan ayrılmasını isteyen bir oluşumdur. Tabii kimilerine göre gerilla, kimilerine göre terörist, kimilerine göre ise özgürlük savaşçısı IRA. Olayın bu yönü siyasî ve tartışmaya açık elbette. Biz sinemaya dönelim. IRA filmleri, her zaman ilgi çekici olmayı başarmış, çok güçlü ve etkileyici dramaları sinemaya kazandırmıştır. Bu türün en büyük mimarlarından biri ise ülkesinin sorunlarını çekinmeden ve tüm çıplaklığı ile perdeye yansıtmayı daima başaran usta yönetmen Jim Sheridan’dan başkası değildir.
Sheridan’ın kamerası olayları bize yaşatacak türdendir. Derdini keskin hatta bazen rahatsız edici boyutta anlatır. Bir olay ya da hikaye örgüsünü perdeye yansıtırken son derece detaycıdır ve bütün materyalleri kullanmayı seçer. Bir Sheridan filmi olduğunu anlayacağımız karakteristik özelliklerin hemen hepsini de her filmine serpiştirir. Donuk, sert ama inanılmaz gerçektir kullandığı renkler ve ışıklar. Ülkesinin sorunlarını, içten içe bir taraf olmasına rağmen, son derece steril anlatır. Bazen şiddetin dozunu artırarak, bazen dramatik alt yapıyı yoğun kurarak ama bazen de eğlenceden geri kalmayarak anlatır hikâyesini. Sanki o ülkede yaşamış ve o olayların tam ortasında kalmış gibi hissedersiniz kendinizi. Aslında IRA mevzusunda tavrı çok nettir ama bunu perdeye fanatikçe yansıtmaz. Yorumlama yeteneğimizi de kullanmamızı sağlar. İrlanda’nın bağımsızlığı konusundaki keskin görüşlerini çok güzel detaylar ve doneler ile bizlere aktarır. Bu anlamda In The Name of the Father ve The Boxer çok önemli filmlerdir ve siyasî olaylara ışık tutan yanları da epey vardır. Tabii bununla sınırlı değil Sheridan’ın sineması. Göç ve başarı öykülerini de gayet sağlam kotarmıştır. Daniel Day Lewis gibi büyük bir oyuncuya ilk Oscar’ını kazandıran ve bir nevi bütün dünyanın onu tanımasını sağlayan My Left Foot ve İrlandalı bir ailenin Amerikan rüyası içindeki boğuluşunu anlatan In America tarihe geçmiş harika filmlerdir. Bu bağlamda, özellikle Daniel Day Lewis için kendisine ne kadar teşekkür etsek az. Dört beş yılda bir film çeken Lewis’i üç filminde oynatabilmiş ve bizlere üç harika performans seyrettirmiş olması gerçekten büyük şans. Kim bilir, belki son bir kez daha beraber oldukları bir projede görme fırsatımız olur bu muhteşem ikiliyi.
Sayıca az filme imza atmasına rağmen, usta kategorisine giren yönetmenlerden biri olan Sheridan, son yıllarda bir duraklama döneminde. Bir 50 Cent biyografisi ve başarısız bir korku denemesi yapmış durumda. Brothers filmi ile biraz olsun kendini affettiren Sheridan’ın tabii ki önceki başyapıtlarıdan dolayı epey kredisi mevcut. Yılan hikayesine dönen Ikuru adlı projeyi şimdilik rafa kaldırmış durumda. 2015 yılında Rooney Mara’nın başrolde olduğu iddialı bir yapımla ise geri dönüyor. Umarım, eski günlerindeki formunu tekrar yakalamayı başarır. Zira, Sheridan’ın sineması ve samimiyeti sinema dünyası için her zaman lazım. Henüz sineması ile tanışmamış olanlarınız için ise epey heyecan duymaktayım. Şimdiden iyi seyirler…