Fellini’nin kimilerine göre en iyi, en ihtişamlı filmidir La Dolce Vita. İnsanların tekdüzeliği ve basitliği üzerine yapılmış en sert filmlerdendir ve oldukça da destansıdır. Partilerde sürekli boy gösteren, tek dertleri buradaki gösterişleri olan ve adeta birer asalak gibi hayata tutunmaya çalışan gençleri yapabileceği en sert şekilde eleştirir Fellini. Kendi zamanının biraz ötesinde, aşırılığın dünyasında, alaycı bakışı ile sağlam kalabilmeyi başarır. Modern hayat çok mu çekicidir? Yoksa gösteriş merakına duyulan heyecan ve hayranlık insanları her zaman tuzağa mı düşürür?
Fellini, düşüşte olan ve itibarını kaybetmek üzere olan eski bir yazar üzerinden anlatır derdini. Şimdilerin magazin yazarı olan bu karakter, normalde yanından bile geçmeyeceği ortamların içinde bulur kendini. Ünlülerin etrafından pervane olan, özel hayata hiç saygısı olmayan, yozlaşmaya müsait paparazzilerin tam ortasında. Günümüzde biraz evrilen medya eleştirisi ve mensuplarının haber için neler yapabileceği de filmde arka planda olsa bile aktarılır. Çok iyi ve ünlü olduğu için ilgi odağı olduğunu zanneden bir aktristin peşinde olmalarının sebebi ise aslında bir cinayet vakasıdır ve bu haber için yapamayacakları şey yoktur. Paparazzilerin bu tatlı hayata ait bakış açılarını öylesine güzel yansıtır ki üstad, bazen bir güneş gözlüğünden bile yeni moda stili yaratır ve eleştirdiği dünyayı kendi silahı ile vurur. İzlerken adeta bir paradoksu yaşarız. Alaşağı ettiği ne varsa, ne tarz insan varsa, onların tercihlerini, stillerini hem de en abartısıyla hikayesinde kullanır. Belki de bütün bunların bir hiç olduğunu, istenildiği takdirde ulaşılabilecek basit şeyler olduğunu anlatmak ister. Hatta bu karakterler ile empati kurmamız bile mümkün. Öyle ki; karşılığı ne olursa olsun, feda edecek neler olursa olsun, bu durumu kabul edecek ve bu hayatı yaşamak isteyecek birçok insan, birçok izleyici muhakkak vardır ve olacaktır.
Filozof yazarlıktan, magazin gazeteciliğine inen Rubini, daha önce aşağılayıcı ifadeler kullandığı Sylvia’ya aşık olur. Hatta onun arzularını yerine getirmek için gece gündüz didinir ve normalde hiç yapmayacağı şeyleri yapar, kendini küçük düşürmekten bile geri kalmaz. Filozof artık ölmüştür. Hiç ummadığı ve kendine inanamadığı bir durumdadır. Geldiği nokta ve evrimi öylesine gülünç durumlara da varmıştır ki, Fellini bunları epik sahneler ile adeta içimize işler. Daha önce pahalı bir bebek gibi gördüğü kadına “sen yaratılışın ilk günündeki ilk kadınsın” diyecek kadar hem de. Fellini bu epik sahneler ve çöküntüdeki karakter üzerinden basın ve medya şarlatanlıklarını da gözler önüne sermeyi yine ihmal etmez.
La Dolce Vita dediğimizde tabii ki büyük yönetmen Fellini ve usta oyuncu Mastroianni isimlerini zikrederek işe başlıyoruz. Yaptıkları iş sinema tarihinin en büyük işlerinden biri. Hem yönetmen hem oyuncu olarak. Kaldı ki; Cannes’da Altın Palmiye, Akademi ödüllerinde en iyi yönetmen dahil 4 adaylık bir ödül ve kendi ülkesinde sayısız ödül ile bütün dünyada da ne kadar değer verildiği anlaşılmış oldu. Bu iki büyük sanatçıyı tekrar tekrar anlatmak yerine, filmin diğer yıldızı ve en önemli sahnesine can veren oyuncusu Anita Ekberg’den bahsetmek gerekir. Geçenlerde aramızdan ayrılan Ekberg, filmdeki meşhur Trevi Çeşmesi ile ünlü olmuş, hatta başka hiçbir filminden hiçbir sahne üzerine yapışan bu sahnenin önüne geçememiştir. Rubini karakterinin çektiği acıların, rahatsızlığının ve ezilmişliğinin yansımasıdır adeta bu sahne. Mana olarak oldukça derin olan bu sahne, estetik olarak da en iyiler arasında yer alır. Hem çiftin uyumu, hem güzellikleri, hem de sahnenin büyüleyiciliği, izleyici için harika bir deneyim olmuştur her zaman. Yazının sonunda da sinema tarihinde epey yer etmiş bu güzel sahneyi tekrar izlemek kaçınılmaz, iyi seyirler…