Spaghetti Western Ustası: Sergio Leone

Western türü, birçok sinemaseverin ortak paydası olmayı başarmıştır. Gençliğindeki filmleri hâlâ izlemeyi seven ve anlata anlata bitiremeyenlerden, türün dinamiklerini sevenlere, müzikleri ve sahneleri çok karizma bulup hayranı olanlardan, kovboylara özenenlere kadar uzanan çok geniş bir kitle ile hem de. Pazar sabahları diye başlayan cümleler sıkça kullanılır bu türün anıları içinde. Amerika’nın, kendi kültürünü benimsediği, kahraman odaklı Westernler ve Vahşi Batı diye nitelenen topraklarının sineması bu türün başlangıcıdır ve seveni de çoktur. Ancak, benim gibi, türe daha özgür ama daha sert yaklaşan, türü ölmek üzereyken ayağa kaldıran ve görsel açıdan çok daha büyük işler barındıran Spaghetti Westernler’i sevenler de az değildir sanıyorum. Tabii bu türden bahsederken de, atası olan, az film çekmesine rağmen ustalar arasında gösterilen, büyük yönetmen Sergio Leone’yi zikretmemiz gerekir. Onun dehası, sadece güzel filmler yapmakla sınırlı kalmadı, yepyeni bir tür oluşmasını da sağladı.

Amerikalı yönetmenler kendi sinemalarında düşüş yaşamaya başlayınca İtalya’da, Cinecitta stüdyolarında, kendi filmlerine benzer filmleri düşük bütçeyle çekmeye başlamıştı. O dönem sandalet filmleri dediğimiz, kılıç-kalkanlı savaş filmeri revaçtaydı. Leone ise genç bir sinemacı olarak bu filmlerde çalışmaya başladı. Kendini oldukça geliştiren Leone, bir başka büyük usta De Sica’nın dünyaca ünlü Ladri Di Biciclette filminde yardımcı yönetmenliğe kadar yükseldi. Senaryolar da yazmaya başlayan Leone için artık bir fırsat gerekiyordu. O fırsat da ilk yönetmenlik denemesi olan Il Closso Di Rodi filminde gelmişti. Filmin hastalanan yönetmeninin yerine koltuğa geçmiş ve filmi başarı ile kotarmıştı. Daha sonra bir filme daha benzer bir şekilde imza atan usta, artık kendi filmini tamamen çekmeliydi. Tam da bu sıralarda Amerikalı yapımcılar ülkelerine dönüp ellerini İtalya’dan çekmeye başlamış, sektördeki insanları yüzüstü bırakmıştı. Bu kızgınlığını, donanımı ile birleştiren Leone, düşüşte olmasını da kullanarak Amerikalılardan intikamını kendi silahları ile almayı düşündü ve bir western çekmeye karar verdi. Fizikî özellikleri ile gözüne kestirdiği Clint Eastwood’u da yanına alarak işe koyuldu. Leone, çok eski arkadaşı olan ve aynı okulda okudukları bir isme de çağrıda bulunup yardımını istedi. Bu isim, sinema tarihinin en muhteşem ikililerinden biri olmalarını sağlayan ve aynı okulda okumaları dünya için müthiş bir tesadüf olan büyük besteci Ennio Morricone idi. Bu üç isim bir araya gelince de, harika filmler kaçınılmaz olmuştu. Kurosawa hayranı olan ve onun sinemasında etkilenen Leone, Yojimbo filminin western uyarlamasını yaparak işe başladı. Bu da Dolar Üçlemesi’nin (diğer adı ile The Man With No Name üçlemesi) ilk filmiydi. Düşük bütçeye rağmen harika çekilmişti ve Western tarihine altın harflerle adını yazdırdı. Daha sonra seriye iki müthiş filmle daha devam etti ve her film bir öncekinden bütçeli ve çok daha iyiydi. The Good, The Bad, and The Ugly ile biten üçlemenin bu son halkası, kimlerine göre gelmiş geçmiş en iyi western filmi olarak da kabul edilmektedir.

Burada bir parantez açmam gerek: Benim için hem Leone’nin, hem de sinema tarihinin en iyi western filmi Once Upon a Time in the West’tir. Leone sinemasının bütün özelliklerinin en müthiş hali ile gözler önüne serildiği yapımdır. Usta’nın yakın çekimleri, karakterlerin gözünden yapılan kadrajlar, ses kullanımı ve kurgusunun mükemmele yakın oluşu, geniş açıları harika kullanması ve hızlı zoom tekniğini adeta dans ettirmesi. Bütün bu teknik özelliklerin başında tabii ki ses gelir. Düello sırasında esen rüzgarın sesi, yazdan kavrulurken uçuşan sineğin verdiği rahatsızlık ve durmadan hareket eden çeşmenin çıkardığı ses. Bütün bunlar sahneyi çok daha gerçekçi kılmayı ve klişe tabirle adeta sahneyi yaşamamızı sağlar. Teknik özelliklerin yanı sıra, saf sinemanın bütün matematiği, Westerni daha özgün kılması ve anti-kahraman olgusuyla türü ters yüz etmesi önemli unsurlardır. Leone filmlerindeki karakterler, oldukça sorunlu, şiddeti ve kan dökmeyi seven, üstleri başları pislik içinde ve seyircinin içselleştirmeyi değil, nefret etmeyi seçeceği karakterlerdir. Bu filmde de onlardan oldukça fazla var. Her şeyi ile Once Upon a Time in the West tam bir başyapıt özelliği taşımaktadır.

Leone sinemasının en önemli unsurlarından biri de yukarıda da kısa kısa adı geçtiği üzere Morricone ve onun müzikleridir. İkilinin filmin kurgusunu yaparken, Morricone’nin müziklerini esas aldığı her zaman konuşulan bir şeydir. Yani, ustanın Morricone’ye ayak uydurması defalarca kez tekrarlanan bir olay olmuştur. Bestelerinde ıslık sesi, insan sesi, ağız armonikası ve bazen elektro gitar kullanan Morricone, Western’e bambaşka bir hava katmıştır. Türün gerçekçiliğini kat be kat artırmıştır. Burada hemen Clint Eastwood üzerine de bir iki kelam etmemiz gerekir. Onun karizması, duruşu ve oyunculuğundan daha iyisi sanırım bulunamazdı bu filmler için. Eastwood’un o zamana kadar pek projesi olmamasını hesaba katarsak, burada Leone’nin ne kadar müthiş bir bakışı olduğunu ve ilerisini görebildiğini söylemek gerekir. Eastwood’un Leone ile çalışması sadece oyunculuk değil, yönetmen olarak da sinema tarihine müthiş bir kazanımı sağlamıştır. Ondan aldığı referanslar ile özellikle Unforgiven başta olmak üzere çok sağlam Westernler çeken Eastwood, günümüzde ilerlemiş yaşına rağmen hala harika filmlere imza atmaya devam ediyor. Leone’nin etkileri bu kadarla kalmıyor ve başta Tarantino ve Peckinpah olmak üzere birçok yönetmene de ilham kaynağı oluyor, olmaya da devam edecek gibi duruyor.

Leone, kariyerinin sonunda başka türde bir başyapıta imza attı ve tek türle sınırlı olmadığını, istediğinde ne denli büyük filmler çekebileceğini de ispatladı. Kendisine önerilen The Godfather filmini reddedip, kendi gangster epiğini çekeceğini dile getirdi ve işe koyuldu. The Godfather filminde Coppola müthiş bir iş çıkarmış ama insan bir an “Leone çekseydi ne olurdu?” diye düşünmeden edemiyor. Bu film sinema tarihine geçerken, Leone, on sene üzerinde çalıştıktan sonra kendi emeline ulaşıyor ve ortaya Once Upon a Time in America filmini çıkartıyor. Burada da türe müthiş bir bakış açısı sağlayarak “Amerikan Rüyası”na filmin sonunda De Niro’nunki gibi sert ama alaycı bir kahkaha patlatıyor. Bunu yaparken oldukça keskin ve büyüleyici olmayı da başarıyor. The Godfather’ı reddetmesine galiba daha fazla sevinemezdik. Bu sayede iki, hatta üç ayrı başyapıt kazanmış oldu sinema tarihi. Bu filmde de Ennio Morricone’nin inanılmaz müzikleri filme güç katıyor ve hafızlara çok daha net yerleşmesini sağlıyor tabii.

Eğer sağlığına dikkat etse ve filmlerindeki gibi hayatı sallamayan bir karakter olmasaydı Leone, altmış yaşında aramızdan ayrılmaz, proje aşamasındaki iki filmi daha hayata geçirir ve eminim ki bizlere iki başyapıt daha kazandırırdı. Sadece altı filmle (ilk iki filmi, şirketlerin yönetmen boşluğu dolayısı ile çektiğini tekrar ederek) bu kadar büyük bir sinemacı olmak, tarihe geçmek ve birçok yönetmene ilham kaynağı olmak çok az kişinin başarabileceği bir olay. Kendisine sevgi, saygı ve özlemlerimle yazımı tamamlıyor ve sadece beş dakika onun filmlerinden kareler izleyip ne kadar şanslı olduğumuzu düşünmenizi diliyorum…

© 2024 Modern Sinema