Evet biliyorum yıl 2014. Modern sinema durmadan şekil değiştiriyor. Hatta bazı yönetmenler sinemayı baştan yaratıyor. Dolan ve Trier gibi yönetmenler sizin için bunu temsil ediyor. Bilim kurgular, postapokaliptik filmler ise gelecek dünyayı bize anlatıyor. Her şey değişiyor ve eskisi gibi kalmıyor. Evet ama eski kafalı olmak hiç mi gerekli değil? Ana akım sinema tamamen yok olsun ve adını bile anmayalım mı? Ya da böyle bir film izlendiğinde aldığımız keyfi saklayalım mı? Ben bazı eleştirmen ve dostların böyle yaptığını, saklandığını düşünüyorum. Özellikle de bu filmi izledikten ve verilen puanlara, yazılan yazılara baktıktan sonra.. Oysa ki önümüzde; tıkır tıkır işleyen, biyografi matematiğinden şaşmayan ve oldukça eğlendiren bir film var.
Film, son derece formül ilerliyor. Karakterlerin analizi, bir tanesinin ön planda olması, müzikler, geçişler, yani her şey. Hatta filmin ilk yarım saatlik kısmında Clint Eastwood’un Scorsese filmlerine göz kırptığını bile söyleyebilirim. Tabi bunu gereksiz bulan, rahatsız olan olabilir. Kötü bir kopya diye niteleyen bile çıkabilir ama geleneksel yapı bunu çok yerinde bir şekilde yediriyor. Daha sonra Eastwood’un müzikleri yerinde kullanımı, karakterlerin içini fazlasıyla doldurması ve bazen kahkahalar attıran mizahının da etkisiyle filmden kopmak, konsantrasyon kaybetmek imkansız hale geliyor. Annie Hall’dan da hatırlayacağımız, karakterin kameraya dönüp hikayeyi anlatması ve o anki akışın bozulmaması durumu da 3 karakterle birlikte burada da uygulanmış ve filme güç katan özelliklerden birisi olmuş. Grubun şarkılarını az çok bilenlerin daha da çok şey bulması da muhtemel. Zira sevilen bir grubun yaşadığı sorunlar, dağılma sürecinde yaşananlar, hit şarkıların ortaya çıkış serüvenleri de oldukça iyi işlenmiş. Şarkılar da enerjik olunca ve izleyicideki ritm duygusunu tetikleyince bazı bölümleri kıpıp kıpır izlemek kaçınılmaz. Özellikle de sonlara doğru filmin tam bir müzikale dönüştüğü sahneler ve bitiş.
Teknik özellikler ve biçim ise filmin başarılı oluğu diğer kısımlar. O dönemin yansıtılması, makyajlar, kostümler ve görüntü yönetimi harika. Siyah – beyaz tonların hikayeye göre ağırlık kazandığı sekanslar ise usta işi. Eastwood’un kamerasının bazı küçük sürprizleri de var tabi. “Erkek gibi yürüyün” sözlerinin duyulduğu bir şarkı esnasında kendisine yaptığı ufak jest gibi. Kısacası, karakterlerin yaşlılık hallerindeki kötü makyaj hariç, teknik açıdan da filmin sınıfı geçtiğini belirtmek yanlış olmaz.
Oyuncu performansları için bir şeyler demek gerekirse, söze Vincent Piazza’dan başlayabiliriz. Boardwalk Empire’dan iyi performansını zaten hatırlıyoruz. Bu filmde de iyi performans sergilemiş ama bazı bölümlerde (özellikle ilk yarım saat) Pacino – De Niro öykünmesi role zarar vermiş. Frankie Valli rolündeki John Lloyd Young’da ön planda olan karakterini sağlam bir performans ile perdeye aktarıyor ve filmin ağır toplarında biri, belki de en önemlisi oluyor. Diğer performanslar da herkesin üzerine düşeni yapması kalitesinde ama Christopher Walken’ı tekrar True Romance filmindekine benzer rolde görmek sanırım en eğlenceli olanıydı.
Eastwood, inancı yitirmemek, ideallerin peşinden gitmek konusunda epey ilham veriyor. Tabi bunu yaparken güven meselesini ve herkesin içindeki ego durumlarını da yüz üstüne çıkarıyor. Bazen arkadaşıkların, en gizlisinden bir mecburiyet ya da işimize gelme olduğunu da yüzümüze vuruyor. 3 senelik suskunluk ve öncesindeki vasat 1-2 filmden sonra Eastwood iyi anlamda dönüş sinyalleri vermiş oluyor bu filmle. Eğer bu geri dönüş, formunu yakaladığının bir işareti ise, büyük bir heyecanla arkasından çektiği American Sniper’ı beklemeye başlayalım. Jersey Boys ile gayet eğlenceli, tıkır tıkır işleyen bir flm yapan Eastwood, bu ısınma turundan sonra yeni bir başyapıt ile karşımıza çıkabilir.