Büyük sinemacı, yönetmen, senarist ve felsefe öğretmeni Terrence Malick’in sineması kimileri için büyüleyici, kimileri için şiirsel ve bazıları için de hayatın ta kendisidir. Tabii filmlerini sıkıcı bulan ve anlaşılmamakla suçlayanlar da var. Ben ilk gruba dahilim ve Malick sineması benim için çok şey ifade ediyor. Hani “kendime en yakın bulduğum filmler” ya da “tam benim istediğim gibi filmler” dersiniz ya bazı filmografiler için, işte tam da hissettiklerim bunlar, en kötüleri için bile. (To The Wonder, 2012)
O muhteşem keskinlik, görsel şölen ve metaforlar içinde yüzdüğümüz şiirsel anlatım, aksi gibi görünse de inanılmaz bir gerçekçilik veriyor ve insan ruhuna adeta işliyor. Malick sineması sorgulamamızı, anlamlandırmak için en azından düşünmemizi sağlıyor ve bunu kesinlikle kalıpların dışında, çok sıra dışı şekilde yapıyor. Öyle ki; bazı filmlerini izledikten sonra gerçek dünyaya adapte olmak bazen günler sürebiliyor. (The Tree of Life, 2011)
Kuralları Ters Yüz Eden Bir Yönetmen
Malick, kendi jenerasyonunun yönetmenleri arasında apayrı bir yere sahip. Kuralları kesinlikle ters yüz eden ve onları tanımayan bir yönetmen. İlk filmlerini yaptığı 70’li yıllarda politik sinema ön plandaydı. Modern sinemaya geçiş içinde bir köprü olan bu yıllarda Malick, bir arızalı çift öyküsünü işlerken farkını belli edip, kendine sarsılmayacak bir yer edinmişti bile. Çiftin nihilist tavırları, şöhret olma hevesleri, yabancılaşmışlıkları zekice yazılmış ve aynı zekilikte perdeye aktarılmıştı. (Badlands , 1973) Hâlâ, günümüzde türe ait filmlerde Malick’in izlerini görmek fazlasıyla mümkün. Söyleyecek daha çok sözü olan Malick 70’ler sinemasına vurduğu damgayı bir filmle daha pekiştirir. Bu sefer iki erkek ve bir kadın üzerinden sınıfsal farklılıkları ele alır. Elde etme arzusunun ne denli trajik sonuçlara gebe olduğunu da en net haliyle karşımızda görürüz. Bu sefer gücüne, geniş açılı kadrajları da ekler. İnanılmaz görüntüler eşliğinde (buna destek olacak şekilde sessiz film tadında sahnelerle) bizi de içine çekerek, şiddetin en saf halini anlatır. Daha doğrusu arzuların körüklediği içimizdeki şiddet. (Days of Heaven , 1978)
Malick’in kendine has özelliklerinden biri de popülerlikten adeta kaçması. 20 sene boyunca film çekmeyen, ortalardan kaybolan ve herhangi bir şekilde, herhangi bir yere röportaj dahi vermeyen bir yönetmen. Kimileri münzevi bir hayat sürüp, sinemayı tamamen bıraktığını söyler, kimileri de sadece doğa yürüyüşleri yaprak hayatına devam ettiğini. Bunu asla öğrenemeyiz ama 20 sene sonra ortaya çıkar ve yeni bir film yapar. Doğanın insanla olan savaşını, aslında doğaya savaş açanın insan olduğunu anlatan bir film. Bunu yaparken kolaya kaçmayan, savaş sırasındaki askerlerin psikolojisini de anlatan muhteşem bir film. Teolojik açıdan da gayet ciddi ve ders niteliğinde olan, egzotik bir dünyanın mahvoluşunun insanın kendi elinden olabileceğini de anlatan bir film. Modern sinemanın başyapıtlarından ve hayatın anlamını sorgulatan, bunu düşünmemize sevk eden bir büyü. (The Thin Red Line , 1998)
Malick ile Kendimizi Bambaşka Yerlerde Bulabiliriz
Bütün bunların yanı sıra, Malick filmlerinin “meselelere” bu kadar vakıf olmayan ya da umurunda olmayanlara da ulaşabildiği özellikleri var. Birer peyzaj çalışması gibi olan doğa görüntülerinin kullanımı, şiirsellik, dış ses kullanımından dolayı oluşan ve kurulan içsel bağ ve tabii bunların her birini muhteşem şekilde destekleyen müzik kullanımı (ya da kullanılmaması). Bazı filmlerin, bazı sahnelerindeki doğa sesleri öylesine harikadır ki, filmi izlerken adeta kendinizden geçersiniz. Kısacası, biçimsel olarak da müthiş bir keyif almak mümkün. Tabii burada büyüleyici ve derin Malick sinemasının sadece ufak özelliklerinden bahsediyorum. O kadar geniş ve ucu bucağı olmayan bir sinemadır ki Malick filmografisi, bazen kendimizi bambaşka yerlerde bulabiliriz. Mesela Lacrimosa parçasını dinleyip dünyanın oluşumunu izlediğimizde, o büyü karşısında duygulanmamak, hatta ağlamamak neredeyse imkansızdır (The Tree of Life, 2011)
30 Kasım 1943 doğumlu olan Malick, şu sıralar sinemasız geçen yıllarının acısını çıkartıyor. İyi ki doğmuş ve sinemasını bizlere bahşetmiş. Ustanın kaleminde çıkan şu repliklerle yazıma son vermek isterim; “Bu dünyada tek başına bir erkek, bir hiçtir ve bu dünyadan başka bir dünya yok. Kalıcı olan iki şey var. Biri ölüm, öbürü de Tanrı. Bu savaş sonum olmayacak, senin de sonun olmayacak. Şu anda kendini yok etmeye çalışan bir dünyada yaşıyoruz. Böyle bir durumda sadece gözlerini kapatıp görmezden gelirsin ve kendini korursun...”
Badlands (1973)
Days of Heaven (1978)
The Thin Red Line (1998)
The New World (2005)
The Tree of Life (2011)
To The Wonder (2012)