Şehrin Üzerindeki Eller!
İtalyan Politik Sineması diye bir türden, daha doğrusu alt türden bahsedebiliyorsak, bunu borçlu olduğumuz isimlerden biri hiç şüphesiz Francesco Rosi. Listemizde de yer alacak Cadaveri Eccellenti, Salvatore Giuliano ve bu yazıya konu olan Le Mani Sulla Citta gibi eserler, ustanın türe kazandırdığı şaheserler. Birbirlerine anlatım olarak benzemeyen filmler yapan ve hepsinde farklı kesimlere eleştiri oklarını yöneltmeyi tercih eden Rosi, bu filminde şehir planlamasındaki yolsuzluğu, siyasetin nasıl bir rol oynadığını ve siyasilerin bu organizasyonları nasıl normalleştirdiğini gözler önüne seriyor. Hukuk eğitimi aldığı için prosedürlere ve kanunlara da hakim olan Rosi, hiç sarkmayan bir anlatımla, gerçekçilikten zerre taviz vermeden bunu yapıyor ve adeta bir belgesel gibi tüm ayrıntıları önümüze seriyor.
Film, yazılar akarken uzun bir şehir planıyla başlıyor. Bağ kurmamız gerekenin, ilk önce bütünleşmemiz gerekenin şehir olduğu Rosi tarafında bize uzun uzun veriliyor. Plan aktıkça da şehrin yapılanması ve genişlemesiyle ilgili yapılan / başlanan projeleri görüyoruz. Bize de yakın gelen bu görüntüler daha film başlamadan bir tavır almamızı sağlıyor. Henüz bunu düşünürken, jenerik sonrası ilk sahnede ihmalkarlık sonucu bina yıkımı gerçekleşiyor ve bir çocuk ağır yaralanıyor. Rosi, buradan başlattığı tüm hikayeyi acı bir masal gibi teker teker hiç acele etmeden, herhangi bir yerde sarkma yaşamadan bizlere aktarıyor. Yozlaşmanın, rüşvetin, siyasi gücün, çıkarların, kısacası tüm pisliğin klişe tabirle röntgenini çekiyor Rosi. Tüm bunları da işçi sınıfının ağırlıklı olarak yaşadığı mahallelerin güzelleşeceği ve insanların daha güzel evlerde oturacağı yalanı üzerinden veriyor. Gerisini tahmin etmek güç değil, sermaye ve şehrin üzerindeki eller, daha çok para için kimsenin gözünün yaşına bakmıyor.
Rosi’den Gerçekçi Bir Başyapıt
Durum buradan sonra tamamen politik bir hal alıyor. Sol parti bir komisyon kurulmasını istiyor, sağ ve merkez parti ise buna karşı çıkıyor ama seçimler yaklaştığı için kabul etmek zorunda kalıyor. Mecliste sert kapışmalar oluyor ve kalabalık kadrolu, iyi çekilmiş sahnelerle biz de iyice atmosfere ısınıyor, hemen tarafımızı alıyor. Tıpkı Rosi’nin aldığı gibi… Yolsuzluğa adı karışan vekil ve oğlu tabii ki durumdan rahatsız oluyor. Tahmin edebileceğimiz kirli işler de bu noktada hız alıyor. Basının satın alınma çabası, partinin olaya el koyması, seçimler için ittifak sözlerinin verilmesi ve olayın üzerine giden sol partinin, komisyon aracılığıyla bezdirilmeye çalışılması. Hatta yolsuzluğa karışan vekile oy veren halk da bu durumdan nasibini alıyor. Olay büyüdükçe ve komisyon tüm yıldırma politikalarına rağmen geri çekilmedikçe, güç yerini gerginliğe bırakıyor. Bu anlamda bir klişe de birbirini satmaya başlayan politikacılar olarak karşımıza çıkıyor. Rosi tüm bunları detay atlamadan aktarıyor. Gücün dengesi bozuluyor, halk bilinçleniyor, vicdan sahipleri kendini sorguluyor, basın taraf değiştiriyor ve Rosi, böyle bir kazanımın direnerek olacağını haykırıyor ama masal bu ya, sonunda güç yine başka oyunlarla istediğini elde ediyor. Zayıflayan, çoğunluğu kaybeden parti, kendine yakın olanı yanına çekiyor ve düzen kaldığı yerden devam ediyor. Gittiği yeri görmek de hiç zor değil…
“Siyasette ahlaki öfkenin hiçbir değeri yoktur.” sözlerini işittiğimiz bir sahne kapalı kapılar ardında dönen anlaşmaların netliğini anlamamızı sağlıyor. Siyasi kariyeri için kendi oğlunu öne süren bir politikacı bile görüyoruz ve bu durum hiç şaşırtıcı gelmiyor. Acı olan da bunun zaten normalleşmiş olması. Rosi, bu normalleşmeye de atıfta bulunuyor. Kimse bu konuda söz etmiyor ve sadece pastadan alacağı paya bakıyor. Rosi, meclis sahneleri, gizli toplantı sahneleri, komisyon araştırma sahneleri gibi önemli manevralar barındıran sahneler üzerine epey kafa yormuş. Bol figüranlı, geniş açıların çok etkili kullanıldığı ve dinamik akışların tekrarlandığı tercihlerle anlatım dilini oluşturmuş. Özellikle finaldeki 10 dakikalık meclis oylama sahnesi, gerçeklik anlamında sinema tarihine geçecek kadar özenli ve etkili. Kurgu da oldukça steril bir şekilde, hiçbir konsantrasyon bozucu manevraya bulaşmadan oluşturulunca tüm hikaye, her anını net bir şekilde zihnimize kazıyacağımız şekilde gözümüzün önünde akıyor. Belgesel türüne biçimsel olarak hiç bulaşmasa bile, adeta bir belgesel gibi olayın bütün kahramanlarını, tüm anlaşmalarını, büyük – küçük her detayını öğrenme şansımız oluyor. Hal böyle olunca da sonradan çok tekrarlanan, günümüzde karşılığı çok daha net olan “kirli işler” durumunun en sert ve orijinal halini izlediğimiz bir başyapıt bizi selamlıyor ve gayet iyi bildiğimiz gerçekleri yüzümüze vurmasıyla acı bir tatla ekran başında bırakıyor.