Herkesin favori yönetmeni mutlaka vardır. Bazılarımız kendine yakın bulduğunu düşünür, içselleştirir. Kimimizin sinemayı sevme ya da başlama sebebidir. Dünya görüşünün oldukça paralel olduğunu söyleyenler de mevcuttur, tam kafasındakilerin perdeye yansıtıldığını düşünenler de. Liste uzar gider ve çok sevilen yönetmenler onlarca bile olabilir ama gönlümüzde yatan bir aslan mutlaka mevcuttur. İşte bu anlamda benim tercihim kesinlikle büyük usta Fellini’dir. Onun sinemasındaki büyü, belki de hiçbir yönetmende yok. İmgelerle, fantezilerle örülü filmleri, o kadar gerçek gelir ve insanın içine işler ki, filmler bittiğinde iyi anlamda allak bullak oluruz. Hani şu “etkisi uzun süre gitmeyecek” dediğimiz türden.
“Anıların sinemacısı”
Fellini, müthiş bir öykücüdür. Kendi anılarını (ve tabii ki denk düşen bizlerinkini) muhteşem bir anlatımla beyaz perdeye aktarır. Bu sebeple kişisel öykü anlatımı konusunda çığır açtığını ve ardından gelen birçok yönetmene yol gösterdiğini söyleyebiliriz. Bunu yaparken kullandığı düşsel, gerçeküstü üslup ise o kadar muhteşemdir ki, hiçbir şekilde göze batmaz ve gerçekliği de neredeyse hiç sarsmaz. Bazen, gördüğümüz rüyaları tamamen hatırlayıp filme çekebilmeyi isteriz ya, yapabilseydik eğer, kesinlikle Fellini filmleri tadında bir şeyler olurlardı. Zaten ustanın filmlerinin çoğu da kendi anılarından ve düşlerinden oluşuyor. Çocukluğundan başlayarak kendi hikayesini perdeye aktarır. Bütün bu fantezi ve düşlere rağmen o kadar gerçektir ki anlatılanlar, ustanın “anıların sinemacısı” olarak da anılmasını sağlar. Onun hayatı için özgürlüğü, baskıyı ve kurtuluşu simgeleyen, sirk, kilise ve deniz ise hemen her filminde karşımıza mutlaka çıkar. Bu kişisel sinemasının en büyük göstergelerinden biridir ve oldukça da “gerçek”tir. Bir gün bindiği bir taksinin şoförü ustaya; “Neden bizim de anlayacağımız filmler çekmiyorsun?” der. Usta ise; “Ben filmlerimde zaten gerçeği anlatıyorum ve gerçek asla basit bir şey değildir” diye cevaplar.
Diğer yandan Fellini sinemasını fazla apolitik bulanlar mevcut. Faşizm dönemi ve sonrası gelişimini tamamladığı için, o zamanlarla ilgili en azından bir iki kelam etmesi yönünde bir beklenti hep vardı izleyicide ama Fellini, kendi deyimiyle adeta kaçmayı tercih etti. Gerçeğin ve düşün, bu kadar muhteşem ve saf harmanlanmasının içine belki de politika denen pisliği katmak istememiştir. Tabii bütün bunlara rağmen, Amarcord gibi oldukça sosyo-politik ve faşistleri epey kızdıran bir başyapıta da imzasını atmıştır. Çocukluğundaki ve üniversite yıllarındaki deneyimleri, ilkleri, Roma’ya olan aşkı ve tercihleri özellikle bu filmde muhteşem bir şekilde yansıtmıştır.
Fellini sineması ile tanışamayanlar için hem üzgün hem de oldukça mutluyum. Hala bir Fellini filmi izlemeyen birisinin, bundan sonra da izlememe ihtimali kabul edilebilir bir şey değil. Bir insan belli bir yaşa gelmeden önce, kendi iyiliği için en az üç Fellini filmi izlemeli diye düşünüyorum. Düşleri, kurgusal bir yapıda ayağımıza kadar getiren bu büyük ustanın sinemasını herkes tatmalı. İlk defa izleyecekler ve zamanını çok kaçırmamış olanlar ise muhteşem deneyimlerle karşı karşıyalar, ne mutlu onlara. Kendisini büyük bir sevgi, saygı ve özlemle anıyor, sinema için söylediği şu sözlerle yazımı bitiriyorum; “Sinema, rüyanın dillerini kullanmaya başladığından beri, rüyalar hakkında konuşmak, filmler hakkında konuşmak gibi. Yıllar, saniyeler içinde geçebilir ve kendinizi bir anda başka bir yerde bulabilirsiniz. Bu görüntülerden oluşmuş bir dildir. Ve gerçek sinemada, her nesne ve her ışığın aynı rüyada olması gibi bir anlamı var.”
Mutlaka İzlenmesi Gereken 5 Fellini Filmi
1- Otto E Mezzo, 1963
2- Amarcord, 1973
3- La Dolce Vita, 1960
4- Fellini’s Roma, 1972
5- Le Notti Di Cabiria, 1957
[youtube url=”http://www.youtube.com/watch?v=YO8PFBmkRSc”]