HANEKE SİNEMASI
Haneke Sineması kendi sözleriyle şöyledir: “Tüm filmlerimi, her şeyin her zaman iyiye gittiği yalanını söyleyen yaygın tüketim sinemasına karşı bir tepkiyle ürettim.” Yani, ustanın ilk çıkış noktası gerçekler, hiçbir şeyin iyiye gitmediği ve dünyanın gittikçe yozlaştığı gerçeği. Burada içimizdeki “öteki”yle bir yüzleşme ve acı çekme olgularını da yaşamamız gerekiyor elbette. Toz pembe filmler, hayatın güzel olduğu konusundaki söylemler ve insanları kaba tabirle “uyutan” filmler dünya ve insanlık için her zaman büyük tehlike. Haneke gibi ustalar ise tam da burada iliklerimize kadar acıyı ve gerçekleri hissettiğimiz filmler yapıyor ve hayatın aslından ne kadar kötü ve zor olduğunu bilmemizi daha doğrusu hatırlamamızı sağlıyor. Zira; bu tarz filmlerle ve hazlarla öylesine meşgulüz ki birisinin bazen gerçekleri söylemesi gerekiyor. Bu konuda sinemaseverden ziyade insan olarak Haneke’ye teşekkür borçlu olduğumuzu düşünüyorum. Onun yapıtları sayesinden bir şok etkisiyle sıfırlanıyor ve belki de daha güçlü oluyoruz.
Tabii bu noktada kendimizi bulduğumuz, bazen nefret ettiğimiz ama bazen de içimizdekini dışa vurduğumuz durumlar da olabiliyor. Burada ilk sırada bahsetmemiz gereken de şiddet. Herkesin içinde var olan, bastırabilenin huzurla yaşadığı şiddet, kimi zaman nefretle birlikte bir hazza dönüşebiliyor. Haneke’nin “bazen şiddet gerekli midir?” gibi bir soruyu bile bize sordurması, içimizde hep var olan şiddetin bir yansıması. Tabii şiddeti sevmek sadece agresif bir tavır içermiyor. Bundan keyif almak, acıyı yaşama isteği ve acıdan yükselmek de Haneke’nin şiddet algısının içinde yer alıyor. Hali hazırda, filmlerinde modern toplum insanını, sorunlarını ve sıradanlığını da anlatan Haneke, yalnızlığa bir çare olarak acıyı öne sürebiliyor ya da bizi böyle düşündürüyor. Çünkü, kimimiz acıyı yaşadığımızda kendimizi gerçekten yaşıyor hissedebiliyor ve bundan tarifsiz bir keyif alabiliyoruz. Tüm bunlar birleşince de ortaya çıkan durum, Haneke’nin beslendiği filozofların dediği gibi insanın hiçlikle boğuştuğu ve tam olarak ne hissettiğini bilmediği gerçeğine çıkıyor.
Tabii Haneke sineması demişken burjuvadan, orta-üst sınıf aileden ve bu ailelerin hem hayata adaptasyonu hem yozlaşmışlıklarından bahsetmemek olmaz. Kendini olması gerekenden soyutlayan, olmaması gerekene kanalize eden Avrupa burjuvası Haneke’den her zaman nasibini almıştır. Kimi zaman bozuk aile yapılarıyla, kimi zaman hazlarıyla ve kimi zaman da bastırılmış duygularıyla burjuva, Haneke’nin de gerçeğe çağırdığı, sahte dünyalarını yüzüne vurduğu bir güruh. Sahteliklerinden dolayı cinsel güdülerini de hırslarını da yaşayamayan ya da başkaları üzerinde kurdukları hakimiyetle yaşadığını zanneden bu insanlar çoğu zaman acıyı da teğet geçebiliyor. Kaybedecek bir şeyleri olmayan, acıyı yaşamayan ama aslında, derinlerde en büyük acıya sahip olan insanlar. İşte tüm bunlar ve bunların ışığında oluşan bazı büyük oluşumlar ustayla birlikte en net haliyle perdeye yansıdı. Haneke, bununla da kalmayarak faşizmin doğuşuna bile en gerçekçi yorumu getirdi ve çıkış noktasının nereler olabileceğine dair düşünceleri vurgulamayı başardı.
Haneke tüm bu vurguları yaparken ve söylemleri bir bir dizerken, hiç ama hiç ajitasyona girmez. Amour filmini bile hatırladığımıza yürek dağlayacak bol malzeme varken bizi sadece gerer ve rahatsız eder. Haneke filmi izledikten sonra hissiyatsız kalan, huzura eren ya da üzülen çok az bulunur. Varsa yoksa her anlamıyla “rahatsızlık” bütün benliğimizi sarar. Filmler belki çok okumaya müsaittirler ama bir şey hissetmeden sinemadan çıkmaya değil. İnsan “öteki”ni yaşar, rahatsız olur, sorgular, kendinden yeni bir şeyler keşfeder ve belki de bu olgular yepyeni tavırlar ortaya çıkarır. Kısacası; Haneke çağın en büyük ustalarından ve kesinlikle en büyük anlatıcısı.
EN ÖNEMLİ FİLMLERİ
Usta Haneke’nin belleklerimize kazınan ilk üç filmi 1989 yapımı Der Siebente Kontinent (Yedinci Kıta), 1992 yapımı Benny’s Video (Benny’nin Videosu) ve 1994 yapımı 71 Fragmente einer Chronologie des Zufalls (Tesadüfi Bir Kronolojinin 71 Parçası) “Duygusal Buzlaşma” üçlemesi olarak bilinir. Bu üçlemede orta sınıfın ve burjuvanın kapitalizmle olan birlikteliği ve gittikçe monotonlaşması yer alır. Tabii bu yaşanırken yaşanılan hayatın mutsuzluğu ve sıradanlığı da söylemler arasında yer alır. Hesaplaşmalar vardır ve finallerden birinin içine kapitalizme, kendi silahıyla vurulan darbeler Haneke sinemasının ilk ayak seslerini sinemaseverlere duyurur.
Üçleme ilerledikçe başarısız ebeveynler, içimizdeki şiddetin daha küçük yaşta var olduğu gerçeği ve rahatsız edici Haneke hamleleri izleyiciye ulaşmaya başlar. Özellikle de çocuklar üzerinde TV ve medyanın rolü konusunda bu üçleme içinde var olandan daha sert bir film çekilmemiştir. Haneke sorunları derinden işlemeye de ilk filmlerinden başlamış olur. Filmlerinde müzik kullanmayan Haneke, daha gerçekçi bir atmosfer kurar ve kusur kapatmak için kullanıldığını düşündüğü müziği hiç bulaştırmaz.
Haneke 1997 yılındaysa Funny Games (Ölümcül Oyunlar)’i çeker, daha sonra 2007 yılında Amerika tarafından yapılması planlanan remake projesini de kimseye bırakmaz ve yine aynı filmi bu kez Amerika’da çeker. Konu yine burjuva eleştirisi ve şiddet odaklıdır. Yaz tatiline giden bir aile ve onlara musallat olan iki genç üzerinden bir hesaplaşma bir intikam teması işler. Bu yeteri kadar sinir bozucuyken Haneke, izleyiciyi de şüpheye düşürür ve bazen taraf değiştirmeye kadar, yani kendinden nefret etmeye kadar götürür. Gençlerin aileyle oynadığı gibi Haneke de seyirciyle oynar. Artık duyguların harap olmuştur ve film ilerledikçe tekinsizlik had safhaya tırmanır. Haneke sinir bozuculuğu göstermeden verir. Görmediği şeyden daha çok korkan ve kuran izleyiciyse iyice gerilir.
Kendi dediği gibi usta, adeta bir gerilim parodisi oluşturur ve kurduğu atmosferle destekler. Bu konu hakkında ustanın şu sözlerine kulak vermek gerekir; “Türler vardır ve herkes kendi türünde çalışır. Ben biraz korku/gerilim sineması türünü kullanıyorum filmlerimde. Örneğin Funny Games bir gerilim parodisi gibiydi. Ahlaki bir hikâyeyi anlatmak için bu türü kullandım. Ama bu ‘tür’ meselesi aslında benim hiç umurumda değil; asıl derdim, o türün istediğim hikayeyi en iyi şekilde anlatmama yardımcı olup olmadığı. Eğer Western türünde bir öykü anlatmam gerekiyorsa, Western’i de kullanabilirim. Çok farklı diller var sinemada ve her birinin getirdiği belli olanaklar var. Öyleyse niye yararlanmayalım bu olanaklardan?”
2001 yılına gelindiğindeyse La Pianiste (Piyanist) filmiyle karşımıza çıkar Haneke. Büyük oyuncu Isabelle Huppert başroldedir. Özgür bireyin, liberal dünyasındaki bastırılmış duyguları ve tüketim toplumunun hazmedebildiğinin peşine koşması filmi özetleyen bazı cümleler olabilir. Bir aşk üzerinden bu yola giren Haneke, yine burjuvaya da dokunuyor ve içimizdekileri, ötekiyi anlatmaya çalışıyor. Öğrenciye duyulan yasak aşk, sado mazoşist istekler ve kopkoyu bir ümitsizlik. Haneke, yine rahatsız ediyor ve yine tokat etkisiyle filmi bitiriyor.
2000’li yıllara girişi bu kadar basit olmuyor ustanın ve 2005 yılında Cache (Saklı) filmini çekiyor. Yabancılaşma, reddetme ve gizleme üzerine bir başyapıt olan Cache, ustanın kimilerine göre en iyi filmi. Entelektüel, düzenli ve başarılı bir hayatı olan çift, bir gün kapının önünde bir kaset bulur ve geçmişten kalan bir sır yavaş yavaş ortaya çıkar.
Kabul edilmeyen, üzeri örtülmeye çalışılan gerçeklerden kaçmak imkansızdır. Hepimizin de hayatında böyle bir durum mutlaka vardır ama kaçmak neye yarar? Reddetmek ve saklamak sadece yabancılaşmaktır, en başta da kendine… Haneke yine bizle oynuyor, finalde tartışma yaratıyor ve herkesi kendi gözcülüğüne soyundurarak belki de eteklerindeki taşları dökmelerini istiyor. Ne olursa olsun, yine ve kesinlikle rahatsız etmeyi başarıyor.
Kimilerine göre en iyi film Cache dedik ama sırada benim için en iyi olan bir film var: Das Weisse Band (Beyaz Bant). 2009 yılında çekilen filmde Haneke, faşizmin köklerine iniyor. Birinci Dünya Savaşı’ndan da önce bir köyde geçen hikaye tuhaf olaylarla başlar. İnsanın içindeki kötü yanı ortaya koyan bu olayların sorumlusu ya da sorumluları bulunmaz. Bu hikâye evrileceği yer olan faşizme ve onun kalıntılarına işaret eder. Kent, köy, mahalle fark etmeksizin her zaman bir iktidar sorunu, birilerinin bunu yaşama isteği bulunur. Bu kimi zaman din, kimi zaman siyaset ama en çok da milliyetçilik üzerinden uygulanmaya çalışılır. Yani, iktidar her yerdedir!
Haneke çocuklar üzerinden bunu anlatır ve her beyaz bant bir simge, her beyaz bant bir masumiyettir. Tabii bu masumiyet her geçen gün daha da kaybolmaktadır ve bu filmin gücü bu anlamıyla maalesef gittikçe artmaktadır. Ebeveynlerin rolü, işlevi ve disipline olan düşkünlüğü belki de çocukları etkiliyor ve dünyanın daha kötü bir yer olması bu sebeple kolaylaşıyor. Siyah beyaz çekilen bu muhteşem filmde Haneke, bütün bu pisliği kökeninden veriyor ve sinema büyüsüyle birleşince de ortaya gelmiş geçmiş en iyi filmlerden biri çıkıyor.
Haneke daha sonra 2012 yılında Amour filmiyle yine gerçekleri yüzümüze vurdu. En ölümsüz aşk bile sonunda yenik düşmeye mahkumdu. Önümüzdeki yıllar onun dehasını, yine burjuva eleştirisiyle, şiddetle ve aşkla birlikte izleyeceğiz. Haneke’den şüphemiz yok, yine muhteşem bir film muhakkak bizleri bekliyor.