DoküPera: Listen to Me Marlon

Ustalık ve Pişmanlıklar…

Marlon Brando, kimilerine göre gelmiş geçmiş en büyük aktör. Kimilerine göre en aykırı sinemacı ve kesinlikle kaderi zorlu yollarla örülü bir adam. 50’li yıllara damga vuran, 60’lı yıllarında sosyal sorumluluk hareketlerine ağırlık veren ve kötü tercihlerde bulunan ama 70’li yıllarda yeniden şahlanan gerçek bir karizma. Onun belgeselini izlemek, hem bir mücadele serüvenine odaklanmak hem de sinemaya tekrar aşık olmak demek. 2004 yılında kaybettiğimiz Brando’yu bu belgesel sayesinde çok daha iyi anlama, daha evvel kızdığımız bazı kararlarının da sebeplerini kavrama şansına kavuşuyoruz.

Belgesel yönetmenliği konusunda ustalaşan ve bu tarza eserler kazandıran Stevan Riley sayesinde Brando’yu daha önce yayınlanmamış ve kendine ait ses kayıtları sayesinde dinliyor, izliyor ve gerçek anlamda bir vedayı yaşıyoruz.

Kendi Sesinden Marlon

Belgesel filmlerin büyük özelliklerinden biri, dinamizmi de sağlaması açısından bir anlatıcının olmasıdır. İster belgeseli hazırlayan kişi, ister hayatı anlatılan ve hayatta olan kişi ya da öldükten sonra belgeseli çekilen kişinin bir yakını olsun bir şekilde bir anlatıcı muhakkak vardır. Bu belgeseli diğerlerinden ayıran ve izleyiciyi bağlayan unsurlardan biri ise tam olarak bu.

Marlon Brando 2004 senesinde aramızdan ayrılmasına rağmen, kendi belgeselinin anlatıcısı. Hayatta iken doldurduğu ses kayıtları ve özeleştirileri ile bundan daha iyi bir anlatıcı olamazdı herhalde. Hatta ölen birinin sesinden, içsel travmalarını, verdiği kararların doğruluğunu ve sinemaya bakışını tartışabilmek, kendi hesaplaşmasına tanık olabilmek eşsiz bir deneyim. Sanki Brando hayata geri dönmüş ve bizlere nerelerde hata yaptığını, nerelerde tam da yapması gerekenleri yaptığını anlatıyor.  Bir de tüm bunlara, Riley’nin muhteşem bir ayarla kotardığı ve ajitasyona geçmeden, olması gerektiği kadar kullandığı duygusal altyapı eklenince tadından yenmez bir belgesel ortaya çıkıyor ve  izleyiciyi perdeye kilitliyor.  Kurgu harikası olan yapımın, hem estetik, hem içerik olarak muhteşem geçişlerinin olması da bir an bile konsantrasyon kaybı yaşatmıyor. Dijital olarak hazırlanan Brando silüeti ise, gerçek olmasa bile, ustanın yüzündeki bütün o ağırlık ve hüznü hissetmemizi sağlıyor.

Bir Brando Hikâyesi

Belgeselde Brando’nun Stella Adler’den ve dolaylı olarak büyük öğretici olarak nitelendirilen Stanislavski’nin metotlarından yararlandığı yıllardan başlayan hikâyesine odaklanıyoruz. Adler’in kendisine yaptığı yardımlar ve metot oyunculuğu üzerine daha derin bilgi sahibi olmamızı da sağlayan bu bölümler, Brando’nun kadınlara olan düşkünlüğü ve sorumsuzlukları konusunu da masaya yatırıyor. Daha sonra yükselişe geçtiği ve Hollywood’un bir numaralı yıldızı olduğu dönemler, düşüşe geçtiği ve kendini sosyal sorumluluk projelerine verdiği yıllar, Kızılderililere olan düşkünlüğü ve The Godfather ile tekrar bir numara oluşu… Son olarak da ölmeden önceki yıllarında ailesinin, çocuklarının başına gelen felaketler, pişmanlıklar, hatalar. Haiti’nin hayatının bir bölümünü etkilemesi ve babası ile olan hesaplaşmaları. Tam anlamıyla ve her şeyiyle bir biyografi.

Brando, biz bütün bunları izlerken, hepsinin altında yatanları anlatıyor. Üstelik bunu, büyük bir dürüstlük ve hüzünle yapıyor. Aslında bizlere insanı anlatıyor, insanın çıkmazlarından bahsediyor. Kendimizi de sorgulamamızı sağlıyor. Büyük şöhret ve para, insanın kendin kaçmasına yetmeyecektir, yetmez. Bunlardan da bahsediyor bizlere Brando. Oyunculuk ve ne anlama geldiği konusunda ise ders niteliğinde sözler sarf ediyor. “Hepimiz rol yaparız, bazılarımız bunun için para alır.” diyen Brando, seyirci için önemini ise bambaşka şekilde anlatıyor ve bu performansların onlar için çok büyük bir şey olduğundan bahsediyor. Oyuncular, izleyiciye hiç gidemeyecekleri bir yerde, hiç tanışamayacakları insanlarla tanışma fırsatı sunar…

Brando, savaş karşıtı, ezilen halkın yanında olan ve babasına ola nefretini “çocuğuma asla dokunmayacak” diye anlatan bir adam. Sonradan onu affettiğini söylese de bir yara olarak hep üzerinde taşımış. Belki de bir anlamda yoğun hissiyat yaşayıp, sağlam performanslar çıkarmasında da önemli bir yeri vardır.  Brando, ses kayıtlarında Shakespeare’den tiratlar sergilerken, insanın kendini sevmesi gerekliliğinden de bahseder.  Belgeselin başında ise Brando’nun sesi duyulur ve gelmiş geçmiş en iyi belgesellerden birinin meseleye girizgahı şu şekilde gerçekleşir:

“Yarın, yarın ve yarın, günden güne süzülüyor, bu ufak yüze, kaydedilen zamanın son noktasına dek. Bütün dünlerimiz, o tatsız ölüme doğru, bütün ahmaklara ışık oldu. Kısacık mum sönüyor. Hayat, yürüyen bir gölge, zavallı bir oyuncudur, sahnede kibirlenip, rahatsızlık veren. Duyulmaz sesi bir daha. Bu hikâyeyi anlatan bir aptal, ses ve öfke dolu ve hiçbir şey anlatmaya çalışmayan.”

© 2024 Modern Sinema