Yirmi yıl sonra T2: Trainspotting
1996 yapımı Trainspotting’in her yaştan, her devirden sinemaseverin hayatında önemli bir yeri vardır. Birkaç yıl içinde hızlı bir şekilde yayılan ve kült mertebesine hakkıyla yükselen yapım, giyim tarzından, hayata bakışa, müziklerin etkisinden, karakterlerin içselleştirilmesine kadar izleyen herkeste bir iz bırakmıştır. Danny Boyle’nin filmi arkadaşlık için de önemli argümanlar barındırırken, elbette sistem hakkında da sert söylemler barındırıyordu. Uyuşturucu meselesinde ise en kötü sonuçları göstermesine rağmen özendirdiği tartışmalarına yol açmıştı ve protesto edenler de az değildi. Irvine Welsh’in muhteşem romanı gelmiş geçmiş en iyi uyarlamalardan biri olarak tarihe geçiyordu ve tekrar altını çizmek gerekir ki her sinemaseverin hayatında önemli bir yere sahipti.
Aradan geçen yirmi yıl boyunca ve Irvine Welsh’in devam romanı “Porno” yayınlandığından beri devam filmi hep dillendirildi ve nihayet onu görme şansını elde ettik. Elde ettik diyorum, zira filmi ülkemizde basın gösterimi ve !f dışında izleme şansı maalesef yok. Nedeni henüz bilinmeyen bir sebeple T2: Trainspotting’in genel gösterimi yapılmayacak. Bu kadar önemli bir filmin böyle bir kararla gösterim şansı elde edememesi kabul edilebilir değil, umarım hala çok geç değildir ve bu hata bir şekilde telafi edilir. Biz filme geri dönelim ve biraz hakkındaki hislerimizi aktarmaya çalışalım…
Nostalji
Filmin en büyük gücü, hissiyatı ve aynı zamanda dezavantajı nostaljisi. Şu an 30 ve 40’lı yaşlarında olanlar için harika bir deneyim ama daha genç nesil, filmi de zaten geç izlediği için bu nostalji duygusu içinde boğulabilir, filmden biraz uzaklaşabilir. Bana göre ise bu filmin devamı anca böyle olabilirdi. Filmdeki karakterlerle az ya da çok yakın yaşta olanlar, filmdeki karakterler gibi hayat sürdüler. Kimi evlendi, kimi düzgün bir hayatı seçti, kiminin işleri yolunda gitmedi ve bazısı da hiç ama hiç değişmedi. Tıpkı filmdeki karakterlerimiz gibi… Hal böyle olunca birer arkadaşımızı, özlediğimiz yakınımızı izliyormuş gibi görüp, onların neler yaptığını ve ne hale geldiğini merak ediyoruz. Nostalji, büyük bir heyecana, heyecan ise büyük bir mutluluğa dönüşüyor.
Tabii bunun biçimsel yanı da var. Bol geri dönüş, bol bol ilk filmden kareler, tanıdık olan müzik tınıları ve bazı unutulmayan replikler. Bunlar kimine fazla gelebilir, biraz uzaklaştırabilir ama dostlarımızla birlikte tekrar bir buluşmada, ben başta olmak üzere bazılarımız için kalp atışını hızlandıran, nefes alış verişimizin ritmini bozan hareketler bunlar. Danny Boyle, nostaljiyi kullanması gerektiği gibi kullanmış ve bazı riskleri özünden uzaklaşmamak, esas seyircisini kaybetmemek adına almaktan geri kalmamış ve iyi ki böyle yapmış.
Sistem Eleştirisi
Sistem eleştirisi, çok dillendirilen, ele ayağa düşen ve hemen her sanat eserinde karşımıza çıkan bir hadiseye dönüştü. Tabii hakkını veren, yeni söylemler barındırabilene her zaman yer var. Muhteşem bir hızla değişen ve geçiş döneminin 15-20 yılla sıkışıp kaldığı dünyada ise bu döneme tam denk gelen Trainspotting’in bu anlamda söyleyecekleri çok önemliydi. İlk filmdeki “Hayatını Seç” mottosunu tekrar harekete geçiren Boyle, üzerine günümüz teknolojisi, tüketim toplumu ve gösteriş budalalığını ekleyerek net söylemler icra etmiş. Hem Irvine Welsh’in kaleminden ve ikincil eserinden “elbette” yararlanmış, hem de epey Palahniuk kokan ekstra düşünceler ile söylemleri destekleyerek daha da sertleştirmiş. Burada da nostalji duygusunu elden bırakmayarak hepimizin geçen ve geçecek hayatlarına referanslar sergilemiş.
Günümüz teknolojisi, sosyal medya ve insanların her şeyi Huxley’in dediği gibi keyif alarak ama köle olarak yaptığı gerçeğini de yüzümüze çarpmış. Sistem eleştirisi Trainspotting’in 20 yıllık serüveni gibi ilerlemiş ve geldiği nokta hepimizin kendini de içine katarak tartışabileceği bir noktaya gelmiş, getirilmiş. Danny Boyle eğlendirerek başladığı yolculuğu, kışkırtıcı sularda yüzdürürken tokadı da aniden yapıştırıyor ve T2: Trainspotting, bu anlamda da yine komik ama daha önce olduğu gibi bir o kadar da kışkırtıcı olmayı başarıyor.
Arkadaşlık, İhanet ve İnanç
Boyle, Welsh’den aldığı ilhamla birincil olarak arkadaşlığı ön plana getiriyor. Birlikte büyüyen, her şeyi beraber deneyen birbirine güvenen ama sonunda ihanet eden sıkı arkadaşlık. Bu konuda ilk filmden geri adım atmıyor. Birbirlerini seven insanlar aynı zamanda birbirlerini öldürmek istiyor. Önce ihanet vardı diyerek insanın bencilliğini de anlatıyor ve bunu yaparken inancı zedeliyor. En sıkı olunan anlarda bile şüpheye düşürüyor, her zaman bir gerginlik yaratıyor. Peki bu noktada ne yapmalıyız? Ne olursa olsun arkadaşımıza güvenmeli miyiz? İhanet edebileceği gerçeğini bile bile tamamen kartları açık mı oynamalıyız, yoksa sadece inanmalı mıyız?
Burada belki de gizli mesaj sadece kendine inanman gerektiğidir. Sevgilini ayartabilen arkadaş, paraları kaçıp giden arkadaş, seni öldürmek isteyebilecek arkadaş, yardıma gelen ama aslında kendisine yardım gerektiği için bunu yapan arkadaş… Bu listenin bu filmde de sonu yok ama sadece şu gerçek var: Kendine güven ve hayatı seç! Spud, yani tam olarak Irvine Welsh bunu yapıyor. Yazıyor, hayatı seçiyor ve bir anlamda sadece kendine güveniyor. Bize de aslında bunu öğütlüyor. Elbette tam olarak arkadaşlıktan vazgeçmeden…
Filmin yarattığı hissiyatları anlatmak çok daha uzun sürebilir. Yeri çok ayrı olan bir film, 20 sene sonra geri döndüğünde içeriğin aslında çok önemi olmuyor ama Danny Boyle bu anlamda da çok iyi bir iş çıkarmış. T2: Trainspotting tam olarak olması gerektiği gibi…