Nuri Bilge Ceylan Sinemasında Ustalık Dönemi: Başyapıtlar
Nuri Bilge Ceylan‘ın, 2008 yılında çektiği Üç Maymun, bazı özellikleri ile filmografisinin o zamana kadarki en popüler filmiydi. Daha bilindik oyuncuları kullanması, daha evvel örneklerini gördüğümüz tanıdık bir hikaye ve Ercan Kesal ile olan birliktelik. Acaba Ceylan sineması evriliyor mu? Popülizme mi kayıyor? Gişe beklentisi mi başladı? gibi sorular daha fragman çıkmadan bile konuşulur olmuştu. Ne var ki böyle olmadığı film vizyona girdiğinde anlaşıldı. Ceylan, sinemasından hiç ödün vermeden bir başyapıt ortaya çıkardı ve hak ettiği üzere artık Türkiye’nin en iyi yönetmeni diye anılmaya başlandı.
Türk sinemasında Yılmaz Güney de dahil olmak üzere birçok kişi tarafından çekilen bilindik bir hikâyeyi kendi tarzıyla ve muhteşem görselliği ile sinemaya yansıtıyordu. Cinayet işleyen bir zengin adam, hapise girmemek için şoförüne teklifte bulunuyor, şoför de parasızlık ve çaresizlikten dolayı kabul edip yerine hapise giriyor. Daha sonra yaşanan yozlaşmalar ve bunun sonuçları üzerinden 3 maymunu oynayan insanlar, kopuşlar ve depresif haller. Tabiî Ceylan adeta “bir de benden deneyin” diyor ve bence en iyisini de çekiyordu. Yavuz Bingöl gibi tanınmış bir müzisyen-oyuncu, Hatice Aslan gibi dizilerden aşina olunan bir yüz ve şimdilerde iyice popüler olan Ercan Kesallı kadro. Hatta senaryoyu da Ercan Kesal ile beraber yazıyorlar ve Kesal’ın sağlam kaleminin etkilerini epeyce görüyorlar.
Ceylan’ın oyuncu yönetimi hep bahsedilen bir ustalığıdır. Bu filmde de Yavuz Bingöl, Hatice Aslan, Ahmet Rıfat Şungar ve Ercan Kesal’dan öyle müthiş perofrmanslar alıyor ki, dördünün de yakın gelecekteki kariyerlerini etkiliyor bu durum. Özellikle, filmden bilgiler ilk açıklandığında Bingöl’ün ismini görüp şüpheye düşenler için onun performansı sürpriz niteliği taşıyordu. Kesal’ın oyunculuğu ise senaristliğinden belki de daha başarılı oluyor ve daha sonraki yıllar bol bol başrol oynama olanağı buluyordu. Bunların çoğunda büyük başarılara ve bol ödüllere uzanarak hem de.Ceylan, yönetmen sinemasında da artık tavan yapıyor ve hak ettiği üzere Cannes film festivalinden “en iyi yönetmen” ödülü ile dönüyordu. Muhteşem görüntüler, harika mekan çekimleri ve artık epeyce bilindik olan kartpostal tadında kadrajlar. Bu kadar bilindik bir konu zaten daha nasıl “yeni” bir hal alabilirdi.
Eyüp patronunun yerine içeri giriyor ve ailesini ekonomik olarak rahatlatacak bir anlaşma yapıyor. O içerideyken anne – oğul arasında değişkenlik gösteren bir çatışma da başlıyor. Babasının olmaması ile daha da başıboş davranmaya başlayan İsmail, sınavı kazanamıyor, eve üstü başı kan içinde geliyor ve annesini neredeyse hiç dinlemiyor. Hatta kolay yoldan para kazanmak için planlar yapıyor. Belki de içindeki isyankar duygular ve rahatlamış gözükse de babasının olmayışının acısı böyle ortaya çıkıyor. Planlarından biri için annesini ikna ediyor ve Servetten biraz para talep etmesini istiyor. Böylelikle bir araba alacak ve servise çıkıp para kazanacaktır. Ne oluyorsa, bundan sonra oluyor. Servet, annesine dolaylı olarak birliktelik teklif ediyor. Kocası hapiste olan Hacer, gücün, rutinden kurtulmanın ve belki ihtiyaçlarının da neticesinde karşılık veriyor. Burada erkek- kadın ilişkilerine de Ceylan’ın bakış açısıyla değinmek gerek. İklimlerde de olduğu gibi, yönlendirenin, duruşunda değişkenlik gösterenin erkekler olduğu bir anlatım söz konusu. Erkeklerin gözünden kadınlar meselesi bu sefer İklimler’e göre farklı. Hacer’in bir çıkış yolu bulmuş olması, bundan son derece mutlu olması ve arzularının karşısında mantığını kullanamaması yani kaba tabirle gözünü karartması. Servet’in ise klasik bir hayvansal içgüdü ile yaklaşıp, hevesini aldığında kurtulma çabası. Günümüz ilişkilerin de hep sözü edilen erkeğin ve kadının duygusal farklılık göstermeleri. Bunun altını öyle güzel dolduruyor ve akılda kalıcı sahneler ile destekliyor ki Ceylan, herkesin kendi içinde bir hesaplaşma yaşamaması da biraz zor gözüküyor.
Eyüp hapisten çıktıktan sonra sadece dakikalar geçmesine rağmen bu aile benim, geri döndüm imajı veriyor. Oğluna yolda bağırıp çağırıyor, aldığı bir kararın yanlış olduğunu belirtiyor. Evine vardığında da kontrole, çalan telefona bakmak sureti ile hemen başlıyor ve burada yaşanılanlar hakkında ipuçları elde ediyor. İçeride iken belki güvenini biraz yitirmiş olan Eyüp, geri kazanımını yapacak zeminleri tek tek buluyor. Aldatıldığını anladığında ise kendini sokağa atıyor, kaçmayı tercih ediyor. Tıpkı annesinin yasak ilişkisini gören ama başta planları uğruna susmayı, örtbas etmeyi tercih eden oğlu gibi. Hatta Servet’in ofisine gidip parasını almak istediğinde ona göndermeler yapıyor, zorluyor, para üzerinden sorular sorup sıkıştırıyor ama erkeklik, namus gibi normalde yoğun yaşadığı kavramlar elindeki bir tomar para karşısında eriyip gidiyor. Bir kere elin bulaştığında, artık sende kirlenmişsin demektir. Bunu engellemek vicdan ya da avuntu ile olmuyor. Daha en başından kabul edilmemesi, o yola girilmemesi gerekiyor.
Son bölümde ise kadının arzusunun son demleri ve eski haline dönüşü. Erkeklerin, bir çocuk silüetinde görülen, içlerini kemiren düşüncelerini, çıkarları uğruna nasıl günahlarının üstünü örttüklerini görürüz. Bir cinayet üzerinden bu sefer gücün taraf değiştirdiğine ve başka bir ezilenin bu sefer kullanıldığına da tanık oluruz. Kim para ya da güce sahip olursa başkalarını ezmeye başlamaktadır. Bu gerçekten de böyle midir? Kendimizi karakterlerin yerine koyduğumuzda nasıl bir yol izleriz. Yani en basit şekliyle; güç ve para uğruna biz de kirlenir miyiz?…
2011 yılına gelindiğinde, gittikçe yükselen, kendine sağlm bir yer edinen Ceylan sinemasının zirvesine şahit oluruz. Kimilerine göre Ceylan’ın, kimilerine göre ise Türk Sinemasının bile en iyi filmi ile karşı karşıyayızdır. Dünya sinemasında da artık Ceylan’ın hatırı sayılı bir yer edinmesi kaçınılmaz olmuştur. Görüntü yönetimi, oyunculuk performansları, kurgusu, akıldan çıkmayacak sahneler ve göndermeleri ile gerçekten bir başyapıt olan Bir Zamanlar Anadolu’da.
Bir cinayet soruşturmasında, cesedin gömüldüğünün ortaya çıkması üzerine, bulup soruşturmayı tamamlamak için yola çıkan ekibin peşinden sürükleniyoruz. Tarantinesk bir diyalog ile başlıyor film. Yoğurt üzerine kafa patlatan bir grup görevli, bize bu filmin son derece bizden olacağının da ilk sinyallerini veriyor. Karpuzları cesedin yanında taşımaktan çekinmeyen adam, daha tadına bakmadan arkadaşının çorbasına tuz atan aşçı, işgüzar ve mızmızlanmayı rutine dönüştürmüş olan otopsi memuru. Bunlara kibirli polis memurunu, en kötü durumda bile kola var mı diye keyfini düşünen tutukluyu ve taşrada içsel sıkıntıları ile boğuşan ve belki de oraya ait olmayan doktoru da ekleyebiliriz. Ceylan son derece bizden mevzuları, muhteşem bir görsellik ve harika senaryo ile öyle güzel anlatıyor ki, etkilenmemek, özümsememek ve yer yer bu keşmekeşin içindeyken bile gülümsememek imkansız.
Filmin muhtar sahnesine bir paragraf açmak gerekli. Bu kadar doğal, bu kadar samimi ve yaşananların özetini içeren daha bir sahne olamazdı herhalde. Öncelikle Ercan Kesal’ın muhteşem oyunculuğunu belirtmek lazım. Anadolu’da görev aldığı yıllar boyunca edindiği tecrübe, oyunculuğu ile birleşiyor ve unutulmaz bir performans ortaya çıkıyor. Aynı zamanda senaryo konusunda verdiği katkı da unutulmaz. Kitaplarından ve köşe yazılarından birkaçını okumak bu etkiyi anlamak için yeterli olacaktır. Sahneye dönecek olursak; bir Anadolu sofrası ancak bu kadar mükemmel kopyalanabilirdi. Birbirlerine laf atanlar, dedikodu yapanlar, devletin üst düzey yöneticisini bulunca hemen sorunlardan bahseden muhtar ve onu hiç iplemeyen savcı. Hepsi harika işlenmiş. Sahnenin en can alıcı kısımlarından biri ise genç ve güzel kızın çay getirdiği sahne. Orada, onun yüzünden aldıkları pozitif enerji hayatın ta kendisi. Hala, tüm dertlere rağmen hayatın güzel olduğunun, yaşanılacak güzel şeylerin olduğunun bir ifadesi kızın yüzü ve yüzüne karanlıkta vuran ışık. Hatta yüzüne bakan herkesin bir şaşkınlık ifadesi, bir mutlu olma söz konusu ama cinayeti işleyen ve yıllarını hapishanede geçirecek olan suçlu hariç. Bu sebeple de kızın yüzü, ona acı veriyor, pişmanlıkla dolmasına sebep oluyor ve sonuç olarak yitip gidecek olan hayatı için ağlamasına.
Zaten çok iyi olan hikâyeye, bir de ek olarak savcı-doktor diyalogları ve alt hikayesi ekleniyor. Savcının bahsettiği kadının öyküsü ilerledikçe, savcının hem kanun adamı hem de suçlu oluşu, daha doğrusu suçlu hissedişi gözler önüne seriliyor. Doktorun ise hem mesleki hem de yapısal durumu onu savcının üzerine gitmeye itiyor ve şüpheciliğini resmen bir itirafa kadar ilerletiyor. Burada iki oyuncunun da usta işi performansları, seyrine doyum olmayan düellovari sahneleri de beraberinde getiriyor.Arap ın doktora bir sahnede adeta hayat dersi vermesi de can alıcı bir sahne ve filmin özetlerinden biri. Soğuk olabilmek, vurdum duymaz olabilmek, acıma duygusundan arınmak gerekliliği. Yoksa hayat seni istediği yere götürür, gözünün yaşına bakmaz. Yani “bu devirde halay başı sen olacaksın, yoksa alırlar çapını iki dakikada.”
Sonlara doğru artık vicdan üzerinden toplumsal çözümlemeler iyice ayyuka çıkıyor. Savcının kendi hikayesi üzerinden hesabı, doktorun otopsi sonucunda yaptığı “ufak” değişiklik ve çıkarımları. Polis amirinin suçlu üzerinden aslında kendi ile hesaplaşması. Tabiî izlerken bizim de kendi hesabımıza ortaya dökeceğimiz taşlar. Taşra üzerinden ilerlemesine rağmen hepimizin kendini sorgulaması gereken duygular.
Yıllar sonra filmi, Bir Zamanlar Anadolu‘da diye başlayan bir hikaye gibi anlatırken sonraki nesillere, belki de hayatımızı yönlendirmesine izin bile verdiğimiz Ceylan sinemasını gururla aktaracağız. Böyle bir sinemacıya, böyle bir yönetmene zamanında yetişebilmek ve yansımalarını yaşantımıza adapte etmenin de gerçekliğiyle. O artık Türkiye’nin en iyi değil, dünyanın en iyi yönetmenlerinden biri.