2009’da çektiği ilk film Guy and Madeline on a Park Bench ile müzik konusundaki hassasiyetini gözler önüne seren yönetmen Damien Chazelle, daha sonra Whiplash filmine imza attı ve geniş bir hayran kitlesi edindi. Yeni projesinin yine müzik ile alakalı olduğu, hatta direkt müzikal çekeceği duyurulduğunda ise sinema dünyasını, karşılığını fazlasıyla alacakları bir heyecan sardı. Modern sinemada belirli aralıklar ile gördüğümüz yenilikçi müzikallere yine daha yeni ama eskiye de nostalji duygusu ile yaklaşan bir yapım ile katkı veren Chazelle, hem müzik hem sinema aşkını ve hatta tümden aşka olan duygularımızı tetiklemeyi başardı. Film, son olarak da bizi kendine âşık etti ve uzun bir süre bu aşkı yaşayacağız gibi görünüyor.
Aşk
Filmi izlerken en yoğun hissedilen ve her açıdan izleyiciyi kaplayacak olan şey “aşk”. Bazen hüzünlü, bazen mutluluktan içi içine sığmayacak derecede yoğun ve yakın. Film her evresinde başka bir aşkı tetikliyor. Önce müzik aşkı iliklerinize kadar işliyor. Özellikle de caz müziği seviyorsanız sizden mutlusu yok. Daha sonra sinemaya olan aşk. Hem nostalji duygusu ile daha açılıştan itibaren bunu yapıyor Chazelle hem de film içinde film, oyun içinde oyunlar ile… Daha sonra gerçek aşkı sorguluyor, tesadüflere inanıyor ve bizi de işin içine çekiyor. Bununla da kalmayıp kendine de âşık ediyor film. Renkleri, müzikleri, atmosferi ve samimiyeti ile bunu başarıyor. Sebastian ve Mia’nın aşkında kendimizi buluyoruz. Her ilişki gibi mutluluktan ölüyoruz. Film de tıpkı anlattığı aşk gibi. Bizi alıyor, heyecan ve mutlulukla dolduruyor ama sonra her ilişki de film de biraz hüzünleniyor.
Seçimler, kararlar, kariyerler ve toplumsal baskı… Hepsi ama hepsi yüzyılın aşkını bile köreltebilir. Chazelle bunu da içimizi acıtarak ama etkisinden ve heyecanından zerre bir şey kaybetmeyerek yapıyor. Hüzünleniyoruz ama içimiz coşkulu, ağlıyoruz ama yüzümüz gülüyor ve inancımız zedeleniyor ama umutla dolup taşıyoruz. Bir aşkın içinde ne varsa hepsi bu filmde de oluyor ve bize bunu da yaşatıyor. Bir de inandığımız yolda gitmemiz, insanları umursamamamız devreye giriyor iyice hayata düşman oluyoruz. İnandığımız şeyi yapmak, insanları karşımıza almak yapmamız gereken elbette en birinci şey ama bunu bedelleri bazen ağır oluyor ve maalesef aşkta her şey mümkün gözükmüyor.
Müzik
Filmin merkezinde olan müzik birçok açıdan bizi esir alıyor. Önce bir nostalji vuku buluyor. Hani Hollywwood’un meşhur eski dönem filmleri gibi, birden arabalarından çıkan ve şarkı söylemeye başlayan insanlar… Arabalar, kıyafetler, danslar… Müzikallerin temelinde sevdiğimiz ne varsa karşımıza çıkıyor. Chazelle türe saygı duruşunda bulunuyor ama bundan sonrası çok farklı olacak hissini de veriyor. Bundan sonrası müzikal bir şölen… Film, bir an bile mola vermiyor ve türü sevmeyenleri dahi kendine çekebilecek harika şarkılar ile temposunu sabitliyor.
Hikâyenin gidişine göre değişkenlik gösteren parçalar harika bir soundtrack oluşturacak şekilde sıraları geldiğinde arz-ı endam ediyor. Müziğin büyüsü bununla sınırlı kalmıyor ve caz müzik hakkındaki söylemler devreye giriyor. Hatta yıllardır entel müziği diyen, temelsiz eleştirilerde bulunan ve ruhu anlamayan insanlar da bu söylemlerden nasibini alıyor. Biraz utanan ise tahminimce o gece kendini müziğe veriyor.
Caz müzik birçok güzel şey kadar zordur evet ama ruhuna da yaklaşabilecek bir tür zor bulunur. Chazelle bunu da bizlere verdikten sonra en büyük eleştirisini Sebastian üzerinden de dile getiriyor. Müzik değişiyor, idealler zayıflıyor ve bazı hedefler uğruna bedeller ödeniyor. Hiç sevmediğimiz işleri, müzisyen olarak hiç sevmediğimiz tarzları mecburen yapıyoruz. Sebebi bazen aşk oluyor, bazen para ve çoğu zaman da ikisi birden. Sistemin en büyük sorunu yine baş gösteriyor: Adapte etmek, ettirmek. Mia oyuncu olmak için, Sebastian ise aşkı için bazı bedeller ödüyor ve buna adapte oluyorlar. Ta ki bir sürprize kadar…
Hayal ve Gerçek
Hayallerimiz, gerçeklerimiz, yapmak istediklerimiz, yapmak zorunda olduklarımız… Başka bir dünya olsaydı başka şekilde ilerleyecek olan hikâyelerimiz… Belki de başka bir dünya mümkün? Bunu bilemeyiz ama Chazelle bize öyle bir final yapıyor ki hayaller ve gerçekler birbirine karışıyor. Muhteşem bir kurgu ile bizi hem sevindirip hem de üzüyor. Bunu öyle harika bir teknik beceri ile kotarıyor ki bir kez daha âşık oluyoruz filme. Sinema aşkımızı da yine, yeni, yeniden ateşliyor. Hani vurucu bir son yumruk deriz ya, öyle bir sahneyi izleyicinin önüne seriyor ve bizi nefessiz bir sona hazırlıyor. Senaryonun biraz zayıf oluşunu bile unutuyoruz, getireceği yerin bu olduğunu öğrenince filme tekrar tekrar hayranlık duyuyor, esas amacın karşısında kendimizden şüphe ediyoruz. Bu filmin amacına ve duygusuna kendimizi kaptırırsak gerçek senaryonun hayatlarımız ve kararlarımız olduğunu anlıyoruz.
Chazelle, bize kendimizi anlatmak için en harika yolu seçmiş. Sinematografisinden renklerine, müziklerinden manevralarına kadar bunu iliklerimize kadar işliyor. Salondan çıkınca bir süre konuşamıyor, sinemayı sevdiğimiz için mutlu oluyor ve müziğin muhteşem ruhuna kendimizi iyice feda etmeye hazırlanıyoruz. Chazelle’in yapmak istediği ve hissiyatı tamamen içimize nüfuz ediyor ve La La Land’ı da bambaşka bir yere konumlandırıyoruz.