Filmler, yani tümüyle sinema kimilerimiz için yaşama sebebi bile olabilir. Bunun içerisinde harika filmler, müthiş yönetmenler ve performansına hayran olduğumuz oyuncular da bu sebebi tetikleyen alt ögeler. Elbette yönetmen olarak Kurosawa’nın büyük sebeplerden biri olduğunu tekrar söylemeye ya da Takashi Shimura’nın ne denli etkileyici bir aktör olduğunu yinelemeye gerek yok ama Ikiru filmi için sinemanın büyüsü olduğunu, hem yaşama sevinci hem acıyı bir arada verdiğini ama bir o kadar da izleyen herkesi harekete geçirebilecek kadar büyük bir film olduğunu söylemeye gerek var. Hala izlemeyen, hayatından bir eksiklik olduğunu bilmeyen bir kişiye bile ulaşmaya gerek var. Günümüz dünyasında, daha da kötüye giden insanlığın içinde değeri bilinmesi gereken ve altmış küsür sene sonra daha da sarılınması gereken Ikiru, sinema tarihinin de en önemli yapıtlarından biri kuşkusuz…
İşkolik olan, bir gün bile izin kullanmadan çalışan ve başka hiç bir şeyin değerini bilmeyen ya da haberi olmayan Watanabe’nin kanser olduğunu öğrenmesi ve hayatın değerini anlaması üzerine kurulu olan hikaye, bir şeyler yapabilmek ve değiştirebilmek adına da hiçbir zaman geç olunmadığına da vurgu yapıyor. Zaten Kurosawa, aksiyon ya da epik filmlerle daha çok haşır neşir olsa bile onun bu dünya görüşü, hayata bakışı ve insancıl yönü daha az ama daha önemli filmlerinde ortaya çıkıyor. Watanabe’nin halk için bir şeyler yapma çabası üzerinden acı ile yoğrulsa da insanın kurtuluşunun sevgiden ve ortaya çıkarmaktan geçtiğini anlatıyor. Acılar elbette var, hayat bize oyunlar oynayabiliyor ama biz elimizden geleni ne kadar yapmaktayız? Bir şeylerin farkına varmamız neden illaki kaybedince, korkunca ya da zamanımız daralınca oluyor? Belki hayatımızın son günü bile birilerine yardımımız dokunabilir ama bu farkındalığa çok erken varabilsek keşke. Klişe gibi görünen bu mesajlar Kurosawa ile destanlaşıyor, içimize işliyor ve üzerinden yarım asır geçse bile bizi hareketlendirme potansiyeli barındırıyor. Kurosawa’nın kamerası ve Shimura’nın yüzü bize birçok şeyi 140 dakikada bir ömürlük seviyede anlatmayı başarıyor.
Ikiru hüzün kaplı bir film olabilir, hastalık denilen en büyük felaket yüzünden içimiz parçalanabilir ama alttan alta verilen umut, pozitif düşünceler bize de sorgulama şansı verebilir. Zaten insan acı çekmeden mutlulukların değerini de bilemiyor. İnsana ait en temel olgulardan olan acı ve sonucundaki mutluluk en etkileyici sinema ile aktarılıyor ve yaşam ile ölüm arasındaki ince çizgi dediğimiz şey dolandırılmadan bize veriliyor. Eğer doğru anlamı yaşar ve hareketlenmeyi sağlarsak Ikiru, acısı kadar mutluluğu ve iyiliği ile de bize yol gösterebilir. Kurosawa, anlatımı ile birbirine zıt görünen olguların aslında birbirini tamamladığını ve değerini anlamak için ayrı düşünülemeyeceğini ilmek ilmek içimize işliyor. Watanabe karakteri ile olan bağımız, onun her adımı ile evrim geçiriyor ve film bittiğinde bir şeyler yapma isteği uyandırıyor. Evet, bunu hüzün ya da korkuyla yapıyor diyenlerimiz de olacaktır ve haksız da değiller ama sonuç başarılı ise yöntem mübah sayılmaz mı? Hele ki konu insan olduktan sonra…
İşin ucunda Kurosawa ve başyapıt olduktan sonra teknik olarak harika olduğunu tahmin edersiniz. Shimura’nın hayatının en iyi performanslarından birini verdiğini düşünmek de zor olmamalı. Bunlar şaşırtıcı değil. Önemli olan filmin hüznüne kapılıp, verdiği gücü, gösterdiği yolu hiçe saymamak. Belki binlerce film varken iddialı olacak ama Ikiru’yu izledikten sonra, zamanın daraldığını hissedip bir şeyler yapmaya itilmek oldukça olası. Bu film, sinemasal değerinin yanı sıra bu işlevi ile de efsanedir. “Yaşamak” dediğimiz şey, onu nasıl kullandığımızla en büyük mutluluğu dönüşebilir. Zor olan, zor addedilen yaşamı, çok kolaya çevirmek ve sadece kendimizin değil, başkalarının hayatını da olumlu etkilemek bizim elimizde. Sadece inanmak yeterli ve bunu bize en sevdiğimiz ve etkilendiğimiz yerden anlatan Kurosawa’ya binlerce kez teşekkürler…