Snowpiercer, Madeo ve The Host gibi filmlerle daha sonra yerini iyice sağlamlaştıracak ve 2000’li yıllara damga vuran yönetmenlerden biri haline gelecek olan Bong Joon –Ho, ilk önemli çıkışını ve filmografisinin en iyi filmini 2003 yılında kotarmıştı. Kadınları öldüren ve belirli bir yol izleyen bir seri katilin hikayesine odaklanan film, dönemin şartları, klişeleri ters yüz edişi ve karakter oluşumları ile başyapıt seviyesinde. Yerel polisin yetersiz olduğu davada, metropolden gelen destekle çatışma ortamı ve zıtlık olgusunu da yaratan ve bunu çok farklı yerlere taşıyan film, “katil kim?” sorusundan çok, esas suç kimde sorusunun cevabı üzerine gidiyor ve türü içerisinde zirvedeki filmlerden biri haline geliyor.
Radyoda hep aynı şarkıyı izleyen ve yağmur yağmasını bekledikten sonra kırmızı kıyafetli bir kadın öldüren seri katilimiz var. Dönem, askeri diktatörlük komutası altındaki Kore, işe koyulan yerel polis ise tembel, şiddet yanlısı, bir an evvel örtbas edip dosyayı kaldırma peşinde. Burada ilk eleştiriler döneme ve kalıplaşmış memuriyetliğe geliyor. Esas suçun ya da suçlunun kim olduğu sorgulanıyor. Kore’nin ve halkın yaşadıkları muhteşem bir atmosfer yardımıyla da perdeye yansıtılıyor. Askeri diktatörlük büyük sıkıntıları da beraberinde getiriyor ve polis teşkilatı yerelde yetersiz kalıyor. Burada karakter oluşumları da kusursuz bir şekilde devreye giriyor. Taşradaki polislerle davaya sonradan eklenen, yetersiz kalındığı için takviyeye gelen metropol polisi arasındaki farklar detay atlanmadan aktarılıyor. Yeni gelen polis akılcı davranıyor, yenilikçi yöntemler uyguluyor ve sakin bir şekilde her ipucunu değerlendiriyor. Filmin ilk çatışma ortamı ve tarafları da böylece ortaya çıkıyor. Tabii şimdilik yazdıklarımdan ötürü empati kurulacak ve arkasında durulacak tarafın neresi olacağı çok bariz gözüküyor ama film bu anlamda ve karakter değişimlerinde de sürprizlere oldukça açık.
Filmde (bunu söylemenin zararı yok) katil yok. Evet ipuçları var, hatta bir ara görür gibi olduğumuz bir silüet var ama yakalanacak bir katil, finalde “demek buymuş” dedirtecek bir yakalama süreci yok. Yani filmin bu anlamda sonu yok. Hollywood ya da türevi sinemalardan alıştığımız bir final zorunluluğu ortadan kaldırılmış. Hal böyle olunca da müthiş bir serbestlik yönetmenin oluvermiş. Zira, yüzlerce filmde gördüğümüz, harika örülen olay örgüsü bir final yapma zorunluluğu yüzünden heba edilmiştir. Yani, nice muhteşem senaryolar final uğruna harcanmıştı ama bu filmde öyle değil. Final olmayınca, finale giden yol diye bir şey yok, sadece dert anlatma, meseleyi masaya yatırma var. Klasik gibi görünen, katil, polisler ve olaylar diye başlayan filmde klişelere yer yok. Yer yer harika bir kara komediye de bulaşan hikaye, değişim üzerinden kusursuz ilerliyor ve nefessiz bırakıyor. Karakterler, olay, deliller ve ülke… Durmadan değişen bu olgular tenis maçı izler bir hale sokuyor izleyiciyi. Atmosfer diyerek vurguladığımız “biçim”, öylesine harika kuruluyor, öylesine hatasız ve hikayeyi besleyen bir şekilde önümüze seriliyor ki, fimde hata bulmak da neredeyse imkansızlaşıyor.
Şimdiye kadar gözden kaçtıysa kesinlikle takip edilmesi gereken ve filmlerinin tamamlanması gereken Bong – Joon Ho’nun bu polisiye başyapıtı kesinlikle en iyiler arasında ve şimdiden bir klasik haline dönüşmüş vaziyette. Siyasi göndermelerinden katil kim sorusunu farklılaştırmasına, atmosferinden şaşırtan cesaretine, klişeleri yok etmesinden oyunculuk performanslarına kadar neredeyse kusurusuz bir başyapıt. Taşra – kent arasındaki farkların karakterler üzerinden çok net aktarıldığı filmin dramdan kara komediye uzanan tür yelpazesi de herkesi memnun edecek cinsten. Şimdilerde izlediğimiz filmlerde, hatta en üst sıralara koyduğumuz dizilerde Memories of Murder izlerini görmek de mümkün. Hiçbir şey olmayan ama oldukça dolu olan finali ve o bakışı unutmak da uzun bir süre imkansız. Bir dedektifin gözleri, her zaman suçlu ile suçsuzu ayıramaz. Zira, o da bizim gibi sadece bir insan…