Nispeten daha az bilinen ve filmleri daha az izlenmiş olan usta yönetmen Kenji Mizoguchi, Japon sinemasının mihenk taşlarından birisidir. Ozu ve Kurosawa kadar bilinmeyen, onlar kadar takdir de görmeyen Mizoguchi sineması aslında en az onlar kadar Uzakdoğu sinemasını, hatta onların sinemasını dahi etkilemiştir. Küçükken yaşadıklarının etkisinden dolayı olduğu söylenen kişisel sineması Japon kültürünü anlatırken oldukça acı ile yoğrulmuş ve ahlaki çıkarımların epey gölgesinde kalmıştır. Her ne kadar bu anlamlarda biraz eleştirilse de Mizoguchi karakter ve hikaye anlatımı yönünden oldukça başarılı işlere imza atmıştır. Ülkemizde “Yağmurdan Sonraki Soluk Ayın Öyküleri” adı ile bilinen bu film ise hem onun sinemasının zirvesi, hem de Uzakdoğu sinemasının etkileyici filmlerinden biri olarak hafızalarda yerini almaktadır.
16.Yüzyıl sonlarında geçen hikaye, Akinari Ueda’nın kitabındaki iki öykünün uyarlamasından oluşuyor. Samuray savaşları ve sınıfsal çatışmaların göbeğinde geçen hikaye iki karakter üzerinden şekilleniyor. Genjuro adlı seramik sanatçısının karısı ve kayınpederi ile birlikte yaşam mücadelesi vermesi üzerinden ilerliyor. Bir gün yoksulluktan bunalan aile çömleklerin hepsini satmak için yola koyuluyor. Hep samuray olmayı isteyen Tobei ise çömleklerden pay alabilmenin ve samuray taklidi yaparak haz alıp, geçimini sağlamanın peşindedir. Bu ikiliyi hiç tahmin edilemeyecek ve hayal kırıklıkları ile dolu günler beklemektedir. Tabii izleyiciyi de aynı şekilde birtakım sürprizler ile karşılaşacaktır. Zira, ikili geri döndüğünde hayaletler, büyüler, epik anlar ve savaşın yıkıcı yüzü onları beklemektedir.
Mizoguchi, Japon kültüründe yer alan öteki dünyadan aramıza hayalet olarak gelip dolaşacak olan ruhlar güzellemesi yapar. Bunu son derece başarılı bir şekilde görsellik ile destekler ve bizleri gerçek ile düşün arasında bir yere oturtur. Bir anlamda fantastik denebilecek filmin atmosferi düşsel, biraz şiirsel ve oldukça depresiftir. Mizoguchi bize uzun planlar, sürüklenen görüntüler, sakinlik ve dinginlik dolu anlar ile kendimize yakın bile bulacağımız hayaletler dünyasından seslenir. Bunu yaparken Japonya’nın doğallığını öyle güzel serpiştirir ki bu depresiflik ve düşsellik içerisinde adeta huzur buluruz. Tabii savaş ve savaşın etkileri filmin gizli öznesi. Bunları verirken de hem erkeklerin dünyasına gelenekler üzerinden bir bakış atar, hem de oldukça feminizm kokan bir yaklaşımla kadınları da gerçek kahraman olarak hikayeye yerleştirir. Yükü çeken de, gardını düşürmeyen de ve hayalet olarak bile işlerine yerine koyan da hep kadınlardır. Gerçekte kadınların ezilişini belki de hayalet göndermesi üzerinden vermektedir Mizoguchi. Hatta bir inanışa göre filmdeki işleri yerine koyan hayalet kadın figürü yılan biçiminde ortaya çıkan ve erkeğin yaşamını değiştiren kadın efsanesinden yola çıkarak tasarlanmış. En bilinen efsanelerden olduğu bilinen “Yılan Kadın” filme de damgasını vurur. Bu zamanında da çok yazılıp çizilmiş, filmi buradan eleştirenler dahi olmuş ancak iz iyi tarafından alıyoruz ve harika bir detay olarak kabul ediyoruz.
Görünenin ve görünmeyenin gizemi, insanın aşka ve nefrete duyduğu çekim, savaşın anlamsızlığı ve tahribatları, erkeklerin hep iktidar arayışındaki dünyaları ve kadınların gerçek kahramanlıkları. Filmin şiirsel ve düşsel yükü bu konuların hepsini kaldırabilecek seviyede. Mizoguchi’nin yetenekleri ise en sağlam masal anlatıcıları kadar derin ve etkileyici. O tarihte olabilecek en iyi sinematografi ise tuz biber. Hikayenin, doyurucu özelliği o kadar harika ki, bunu ancak böylesine büyük bir görsellik taşıyabilirdi. Oyunculuk performansları da bu ahenge adeta uyumlu bir dansa eşlik eder gibi katkı verince film başyapıttan aşağısını kurtarmayacak bir sınıfı hak ediyor.
“En güzel renkten, en iyi ipek bile Gün gelir ve solup kaybolur. Tıpkı hayatım gibi…”