Büyük usta Antonioni’nin peş peşe çektiği ve iletişimsizlik üçlemesi olarak bilinen serinin ilk filmi L’Avventura, burjuva sınıfından olan bir grup insanın çıktıkları bir yat gezisi etrafında şekilleniyor. Bu insanların iletişimsizlik, yalnızlık, umursamazlık ve korkularının ön planda yer aldığı film, hüznün ağır bastığı bir şiir gibi dokunaklı. Aynı zamanda mutluluğu bir türlü bulamayan insanların da hikayesi. Antonioni’nin büyük tartışmalara ve yepyeni terimlerle anlatılmaya ihtiyaç duyulan üslubu ile kotardığı L’Avventura varoluşçu düşünce içinde de epey önemli yer tutar. Yozlaşmanın kaçınılmaz olduğu insan toplumunda çöküntü de peşi sıra gelecektir. Bu bazen hiçbir şey olmadan, bazen de birçok şeyin sonucunda ortaya çıkar. Antonioni’nin macerası da bunu bizlere en yalın şekliyle anlatır. Hatta filmi içselleştiren, karakterler ile empati kuranlar bu yepyeni üslup için içsel gerçekçilik adını bile kullanırlar. Film, açtığı önemli yollar açısından da eşsiz bir deneyimdir.
Antonioni filmini iki bölümde incelemek mümkün. Birinci bölüm adada geçen ve kadın-erkek ilişkilerinin anlatıldığı bölümdür. Bu bölümde tartışmalar, anlaşmazlıklar ve çiftlerin imkansızlıkları vardır. Bir karakter diğerine sevdiğini ama hissetmediğini bile söyleyecektir. Bir diğer çift hatta filme arada dahil olan çift bile mutsuzdur. Görünürde muhteşem gelen, her şeye sahip insanlar, kusursuz aşka ulaşamazlar, ulaşamayacaklardır. Burjuva üzerinden anlatılır hikaye ama herkes için geçerlidir. Mutlu aşk yoktur klişesinden, erkeğin doyumsuzluğuna kadar bütün olgular tek tek önümüze serilir. Büyük bir umutsuzluk ve kopkoyu bir fütursuzluk hakimdir. Herkes aslında sevgiye muhtaçtır ama gizlemektedir. Antonioni bunu harika görsellik ve korkutucu atmosfer ile daha net verir. Hava şartlarından, teknenin gittiği yere, gökyüzünden, korkunç dalgalara kadar olumsuzluğu destekleyici tercihler. Bütün karakterler ve ekranda biz bunalırız ve bunun sonucunda Sandro’nun sevgilisi Anna karaya yaklaşıldığı an kendini adaya bırakır ve ortadan kaybolur. Bu bölüm dedektif filmleri gibi, düşünerek ve merak ederek geçer. Antonioni kadın-erkek ilişkilerine ek olarak polisiye havayı uygun görür. Hikayenin ortalarına doğru mola imkanı da sağlar bu yöntem. Bir süreliğine ilişkileri unutur karakteri ve başına gelenleri merak ederiz. Sicilya’nın harika ama ilgilenilmeyen mekanlarında gezintiye çıkar Anna’yı aramaya koyuluruz…
İkinci bölüm ise yabancılaşma ve değişim rüzgarları estirir. Anna’yı ararken yakınlaşan Sandro ve Claudia’nın hikayesine odaklanırız. Caludia, sevgiyi arayan bir başka kadındır. Hatta çok bellidir ki Anna ile birlikte kaybolmak ister. Aradığı Anna değildir, denizin dalgaları ve korkunç kayalıkların içinde bir amacın peşindedir. Sadece hayata tutunacak bir amaç arar. Bunu Sandro’da bulduğunu düşünür ve hatta Anna’nın çıkıp gelmesinden korkmaya başlar. Bu değişim hiç hoşuna gitmez ama hislerinden de kaçamaz. Kendine yabancılaşır, Sandro’ya bağlandıkça kendinden ödün verdiğini hisseder. Yine de Sandro’nun her koşulda yanında olur. Onu bir fahişe ile yakaladıktan sonra bile ağladığında yalnız bırakmaz. Şefkatini gösterir. Antonioni tam da bu noktada kadın erkek farkını en net haliyle ortaya çıkarır. Aslında zayıf görünen ama oldukça güçlü olan, sadece kendine değil karşısındakine de yeten taraf kadındır. İhaneti, çok eşliliği seven ve doyumsuzluğunu her fırsatta gidermeye çalışan erkektir. Bunu bazı sahnelerle ve özellikle yalnız kalan kadının başına üşüşüldüğü sahne ile çok iyi verir usta yönetmen. Kadın ise gerçek aşkı arayan, koşul gözetmeksizin sevginin peşinde olan taraftır. Antonioni için kadını iyi anlayan ve onu yücelten bir sinemacı desek (filmografisinin tamamını da düşününce) sanırım yanlış olmaz.
Antonioni, toplumun her kesimini ama özellikle burjuvayı düşünmeye iter. Acaba kurtarmamız gereken başlıca şeyler nedir? Toplumsal olarak bir bütünlük içerisinden mi cevaplar çıkacaktır? Yoksa esas olan ruhlarımızın temizliği midir? İletişimsizlik sorunu önce dinlemeyi bilmemek, fazlasıyla ben merkezci olmaktan mı ileri gelmektedir? Hiçbir şeyi umursamayan, bencil olan ve kendi çıkarlarının bittiği yerde geriye kalanı önemsemeyen insanlar ve toplum çökmeye, daha öncesinde yozlaşmaya ve birbirini kaybetmeye mahkumdur.
Antonioni yalın sineması ile izleyen herkese ders verir. O dönemdeki popüler ve standart sinemadan oldukça uzak, yenilikçi bir tarzı benimser. Uzun planları ile gerçekçi olmayı, bizi de içine almayı başarır. Oyunculara çok geniş imkanlar verir ve karakterleri yaşamasını sağlar. L’Avventura , içerik ve derinlik olarak bir roman, görsellik ve oyunculuklar açısından bir tiyatro gibidir adeta. Kadın ve erkeği kartlarını çok açık oynayarak resmeden Antonioni, varoluşçu düşünce içinde de bizi fikir sanrılarına sürükler. Modern sinemanın birçok öğesinin temelini de oluşturan film, tam anlamıyla gerçek bir başyapıttır