Yıllar boyu Fransa sömürgesi olan Cezayir, 1950’li yılların başında özgürlük hareketine başlamış ve nihayet 1962 yılındaki referandum ile bağımsızlığını ilan etmiştir. Epey sancılı geçen bu süreç, birçok canın kaybedilmesine, tartışmalara ve katliamlara sebebiyet vermiştir. Tartışmaları günümüzde bile devam eden bu olaylar zincirini ise büyük bir yüreklilik ile, daha çok ama çok tazeyken ve tüm çıplaklığı ile beyaz perdeye yansıtan ise siyasi senaryoları meşhur olan senarist Franco Solinas’ın kaleminin de yardımı ile Gillo Pontecorvo olmuştu. Bu filmden sonra birkaç uzun metraja ve belgesellere imza atan Pontecorvo, bun rağmen her zaman sonsuz saygı görmüş ve politik sinemada adından övgü ile söz ettirmiştir.
La Battaglia di Algeri (The Battle of Algiers) ciddi manada belgesel tadı barındırıyor ve açılışını Alger/Casbah şehir panaroması ile yapıyor. Bu iki kentin sokakları, evleri ,insanları ve yaşam standartları perdeye tüm çıplaklığı ile yansıyor. Avrupai bir kent görünümü ile yoksulluğun izlerinin taşındığı bir diğeri. Tabii bu farkı verirken, tıpkı meselenin bütününde yaptığı gibi Pontecorvo yorum katmadan, her mekana ve olaya eşit mesafede durarak tarihi yansıtmayı tercih ediyor ve bu durumun içinde bile büyük bir övgüyü hak ediyor. Anlattığı karakterleri; yoksul bir bireyden dönüşen şiddet yanlısı direnişçiyi ya da inandıkları uğrunda acımayacak bir kararlılığa dönüşen çocukları, aynı mesafeli yaklaşımı ile bizlere aktarır. Zaten film tamamen belli bir siyasi görüşü ya da safi sömürgecilik nefretini körüklemez, hatta her iki tarafa da eleştirel bakar ve söylemesi gereken her şeyi nakış gibi işler. Bütün normları ile koca bir Cezayir tarihi de, Fransa’nın acımasızlığı da söylemlerden payını alır. Bir kafeye konan bomba ve masum onlarca insanın ölümüne de yer verir yönetmen, Fransızların işkence ile tanınmaz hale getirdiği direnişçilere de. Basın toplantısında askerlerin öldürmek ve kazanmak zorunda olduğundan da bahseder, Batı’nın emperyalist bakış açısından da…
Kısacası, gönlü elbette biraz belli bir taraftan olsa da denge kurmak, objektif olabilmek için elinden geleni yapar Pontecorvo…
Sistem içerisinde ve siyasi karmaşanın ortasına bir karakterin çöküş ya da yükseliş öyküsünü daha net görebilmek mümkün. Pontecorvo bunu da bizlere dolandırmadan gayet net anlatıyor. Dışarıda suça bulaşmış olan ve siyasi hiçbir olayla alakası olmayan karakterimiz içeri girdikten ve bazı şeylere şahit olduktan sonra ideolojik olarak kafasında düşünceler oluşturuyor ve direnişe katılmaya karar veriyor. Bir nevi devlet ya da sistem, haklı veya haksız kendi düşmanını kendisi yaratıyor ve terörize olunması için adeta yol gösteriyor. Burada da tarafsızlığını bozmayan yönetmen kararı bize bırakıyor. Haklı/haksız, terörist/direnişçi ve en basitinden iyi insan/kötü insan tercihlerini bizim yapmamızı istiyor.
Filmin 2000’li yıllarda ABD tarafından Irak politikalarında bir el kitabı olarak kullanıldığı bir şehir efsanesi olarak hep anlatılmaktadır. Terörün kronolojisi şeklinde kendi açılarından yorum yaptıkları bu filmde, Irak sivillerinin savaşa (daha doğrusu kuşatmaya) müdahil olmaları durumda ne ile karşılaşacaklarını anlamalarının daha kolay olacağını düşünülmüş ve herkese toplu olarak izletilmiş. Bu söylenti ya da gerçek, filmin belgesel tarzında ve gerçeğe çok ama çok yakın bir dille çekildiğinin en büyük kanıtlarından biri. İnsanlara bunu düşündürmesi bile yönetmenin ne kadar muhteşem bir iş ortaya koyduğunu ispatlıyor. Cezayir hükümetinin, filme destek çıkması ve taze olan savaşta yer alan gerçek kişilerin çekimlerde bulunması da bu anlamda Pontecorvo’nun işini epey kolaylaştırmış.
Politik film türünün/tarzının zirvelerinden olan ve tüm çıplaklığı ile savaşı gözler önüne seren bu film, aynı zamanda şehirlerin baş rolde olduğu, “şehir filmleri” dediğimiz seçkilere de rahatlıkla girebilir. Bahsettiğimiz üzere, oldukça gerçekçi ve belgesel tadında çekilen film (ki bu yapılırken omuz kamerası çokça kullanılmıştır) bunun güzel sonuçlarından biri olarak şehri de her açıdan, savaş sonrası toparlanma süreci içindeki hali ile izleyiciye aktarır.
Bir şehrin, bir direnişin ve özgürlüğün belgeselidir aynı zamanda La Battaglia di Algeri.
Son not olarak, her zaman özgürlük konusunda hassas olduğunu iddia eden Fransa’nın 90’lı yıllara kadar filmi yasakladığını, başka ülkelerde oynatılmasına bile müdahale ettiğini ve bu sebeple neredeyse izleyemeyecek olmamızı da not düşmek gerekir.
İtalya’nın ve elbette Cezayir’in yardımları ile filme ve yönetmene sahip çıkması sayesinde film korunabilmiş ve her yerde geçte olsa gösterim şansı bulmuştur.
Ülkemizde ise muhafazakar tavrı ile bilinen 90’lı yılların kanallarından TGRT’nin dini altyapıya da sahip olmasının etkisi ile filmi kesintisiz olarak yayınlaması ve arşivlenme şansı tanıması o zamanki şartlar düşünüldüğünde büyük bir nimet olarak hatırlanmalıdır…