Roma, aşkların, duyguların, ihtirasın, tarihin, estetiğin ve ihtişamın şehri. Geceleri bir başka heyecan içeren ve huzur kelimesinin karşılığı olan Roma, ilahi bir etki, yüce bir duruşa da sahiptir. Bu dünyada var olan cennet belki de Roma’dır. Eski görkeminden ve tarihsel dokunuşundan hiçbir şey kaybetmeden modernleşebilmeyi de başarabilen Roma… Film de böyle açılır. Bu muhteşem güzellik karşısında, bir turist, fotoğraf çekip buna şahit olurken kendinden geçer ve yere yığılır. Bu olay ile birlikte anladığımız, Roma’nın her şeyiyle, sadece görsel olarak değil, bir insan gibi, düşüncesi, hissettikleri ve hissettirdikleri ile birlikte karşımızda olacağıdır ve elbette Roma’nın büyüsünü iliklerimize kadar hissedeceğimiz…
Paolo Sorrentino, Oscar töreninde idollerini sayarken vurgulu bir şekilde Fellini der. Bu sadece bir gönderme değildir, Sorrentino sinemasının ve özellikle bu filmin elementlerini oluşturur. Hatta bunu söylerken Felliniesk film demek epey basit kaçar. Bu, bildiğimiz Fellini filmidir ve kendisi dirilip çekmiş kadar gerçek durur. Onun sinemasının geri gelişidir ve sinemanın elli yıllık bir boşluğunu doldurur. La Dolce Vita’yı andıran elit kesimin haz duyguları, partiler, karakterler ve tabii ki Roma. Sorrentino, yeni bir Fellini çekerken, kendi sinemasından da ödün vermiyor ve bir o kadar da özgün kalmayı başarıyor. Zaten filmin başında doğum günü pastasından çıkan tombul kadın ve daha sonra oldukça seksi olan melez görünümlü hatunlar Fellini kadınları değil midir? Gecenin gölgesinde, insanların yaşantıları ile aydınlanan ve birden karşımıza çıkıveren karakterler Fellini filmlerinden Sorrentino sinemasına transfer olmuş ve kaldıkları yerden devam ediyor gibi değiller mi? Filmin sonlarına doğru, gereksiz konuşan papa adayı ve yüz küsür yaşında hala hayatın en net yorumunu yapabilen yaşlı rahibe ile birlikte yapılan din göndermeleri, dinin hem övülüp hem karikatürize halde resmedilmesi oldukça tanıdık gelmiyor mu? Jep Gambardella’yı Marcello Mastroianni çıkıp oynasa çok mu sırıtır? Bütün bu cevaplar sinemaya bir müjdedir, geri dönüşün, ihtişamın müjdesi. Fellini sinemasının, hem de oldukça yeni de olabilen hali ile Sorrentino silüetinde vücut bulmuş halinin müjdesi…
Sorrentino’nun kendi hikayesi ise Jep Gambardella karakterinde vuku bulur. Altmış beş yaşına gelmiş, hazları için yaşayan ve herhangi bir planı olmayan bir adam. Sabahın ilk ışıkları ile evine dönerken hep bir muhakeme içinde olan ama bunu bilerek tercih etiği için sonunda hep hesaplaşmasını artı hanesinde bitiren bir entelektüel. Hayatına girip çıkan kadınlar, etrafında sahte duruşları ile sadece birbirlerinin şakaların gülüp geçen dostlar ve sadece bir kere ispatlama şansı bulduğu yeteneği ile yükü fazla olan bir karakter. Sosyetenin gözde isimlerindendir ve aslında herkesten biraz tiksinir. Eğlenmek ve düşünmemek için onları kullanır. Tabii her sabah yalnız kaldığında işler değişir. Roma ona her şeyini vermiştir, kopmak ister ama bunu asla yapamaz, yapamayacağını da bilir. Hatta bazen etrafındaki sahtelikleri yüzlerine vurur insanların. Bunu yaptığı bir bahçe sohbeti, bütün o sosyetenin, elit tabakanın ve Roma’nın karanlık yüzüdür adeta. Bu bir nebze olsun kendisini dürüst ve normal hissettirir. Belki de ona biraz zaman kazandırır ya da bunu sadece hassas olmak adına yapar. Kendisinin de dediği gibi, hassas olmak, yazar olmak, yani Jep Gambardella olmak alın yazısında vardır.
Gambardella‘dan bahsederken ufak bir parantez Toni Servillo için açmak gerekir. Sorrentino‘nun fetiş oyuncusu da olan Servillo, o kadar muhteşem ve steril oynamış ki bu rol için sanırım dünyada daha uygun bir aktör bulunamazdı. Hem karizması, hem vücut dili hem de diyaloglara kattığı inanılmaz gerçek duran mimikleri ile Servillo tam anlamıyla bir Jep Gambardella olmuş. Nasıl Mastroianni gelip oynasa bu filmde belki de sırıtmazdı diyebiliyorsak, Servillo‘nun da Fellini filmlerinde sırıtmayacağı ve çokta şık duracağı da bir gerçek.
Sorrentino’nun dilini fazla geveze bulan ve gösterişçi olarak nitelendirenler olabilir ve bunu bir yere kadar anlamak mümkün. Ancak hem Roma’nın her şeyini, hem altmış beş yaşına gelmiş arayış içindeki bir yazarı anlatmak hem de Fellini güzellemesi yapmak ve bunu yaparken kendi sinemasını da altında ezdirmemek adına sanırım yönetmenin başka çaresi yoktu. Bunların yanı sıra da insanlar geçidi diyebileceğimiz ya da karakterler diyarı olarak adlandıracağımız bu gösteriyi aktarabilmek sanırım başka türlü yapılamazdı. Görsel açıdan desteklenmeyen, gösteriş sosuna bulandırılmayan bir Roma tasviri ise kabul edilebilir bir şey değil zaten. Olursa da Woddy Allen’ın kedini tekrar eden sinemasında bir bonus ya da romantik komedilerin eğlence sosu olabilir sadece. Sorrentino, şiirsel anlatım dilini, bir roman okur gibi derinlemesine kullandığı biçim ile desteklerken, hem oldukça kişisel -hatta narsist- eleştirilerini ortaya çıkaran bir sinema yapıyor, hem de sanatın her dalını, yedincisinin içinde harmanlayarak ortaya en etkilisinden şahane bir eser ortaya çıkarıyor. Bunları yaparken de hem kendi hem izleyiciyi oturtacağı yeri öylesine mükemmel bir ayar ile kotarıyor ki, biz de Jep gibi büyük bir haz alıyor ve bu hazzı arkamıza yaslanarak ve sadece bunu yaşayarak filmin süresini eritiyoruz. Bu yolculuk süresince hayal gücümüzü bile şahlandırıyor, yaşamın yükünü görmezden geliyoruz. Buradan hareketle ve yazının sonunda filmin çıkış noktası olan, belki de gelmiş geçmiş en büyük roman olan Louise Ferdinand Celine’in Gecenin Sonuna Yolculuk’undan bir kısım ile kapanış yapalım.
“Seyahat etmek yararlıdır, hayal gücünü geliştirir. Geriye kalan her şey hüsran ve angaryadır. Yolculuğum tümüyle hayalidir. Gücünü buradan almaktadır. Yaşamdan ölüme yol alır. İnsanlar, hayvanlar, şehirler, olaylar birer hayal ürünüdür. Bu bir romandır, yalnızca kurgusal bir hikayedir. Littre öyle söylüyor ve o hiç yanılmaz. Ayrıca o kadarını herkes yapabilir. Siz sadece gözlerinizi kapayın. O, yaşamın diğer tarafındadır.”