Guiseppe Tomasi Di Lampedusa’nın öldükten bir yıl sonra yayınlanan otobiyografik eseri, edebiyat tarihinde gelmiş geçmiş en iyi işlerden biri olarak bilinmektedir. İtalyan birliğinin kurulması ve devamındaki sürece odaklanan kitap/film, aristokrasinin yıkılıp burjuvazinin yavaş yavaş ilerlemesine de değiniyor. İtalyan halkındaki bu köklü değişim, Prens Salina’yı da endişelendirmektedir ve yapacak pek fazla bir şeyi de yoktur. Çaresizce sonunun diğer aristokrat aileler gibi olmamasını düşler. Onun yaşadıkları üzerinden filmi oluşturan Visconti, Lampedusa’nın hayatı ile örtüşen siyasi geçmişinden dolayı hikayeyi içselleştirmek ve yansıtmak anlamında pek zorluk çekmemiştir. Kendisi de aristokrat doğup büyümüş, daha sonra ise Komünist partiye katılıp daha önceki inanışına karşı epey mücadele vermiştir.
Visconti, nakış gibi işleyen senaryo ile ağır ağır içimize işleyen harika bir filme, bir baş yapıta imza atıyor. Kaçınılmaz son yaklaştıkça Prens Salina’nın yaşadığı mecburi değişim en keskin hatları ile önümüze seriliyor. Salina, yaklaşan ve yükselen milliyetçi dalga karşısında hem hiçbir şey yapamıyor hem de çareyi birçokları gibi kaçışa ve ayak uydurmaya bırakıyor. Daha doğrusu bunun için çalışıyor. Visconti, Prensi hikayenin merkezine koyuyor, bizlere onunla 3 saat boyunca rahat rahat dost olma şansı veriyor. Kimimiz yakın bulurken, kimimiz korkaklıkla suçlayabiliriz onu ama gayet iyi empati kurabilme fırsatımız oluyor. Prensin etrafındaki karakterler ise hikayeye hem yakın, hem tamamen içinde. Bilinçli tercihler ve bir yapbozun parçaları gibi, o karakterlerin hikayeleri de önem arz ediyor. Büyük bir parçanın bütünün oluşturan önemli parçalar hem de… Prens Salina’nın değişimi, filmin finaline doğru kabulleniş, hatta bir izin veriş dönemine doğru gidişi sanırım daha iyi özetlenemezdi. Filmin başında gücün, kültürün ve görkemli oluşun haklı temposu mimikler ve jestlerinden bile okunurken, sonlara doğru evine yürüyerek gitmesinde bile oluşmuş olan değişim çok rahat okunabiliyor. Bunu Visconti gibi bir deha ve hikâyeyi içselleştirebilen biri ancak bu kadar mükemmel aktarabilirdi.
Filmin aristokrat ve burjuva sınıfları üzerinden yaptığı sınıfsal göndermeler ve değişimin kaçınılmazlığı siyasal düzlemde çok önemli söylemler barındırmakta. Daha doğrusu uyarlanılan kitabın bu konuda söylediği çok şey var. Düzenin içindeki alternatifler (ki hiç birini de kabul etmeyebilir, karşı çıkabilirsiniz) Visconti’nin kamerasından öylesine ince ve tarafsız veriliyor ki filmin içinde “leoparlar ve aslanların yerini çakallar ve sırtlanlar alacaktır” sözü ile demokrasiye kadar uzanan göndermelere bile katılmak mümkün. Ya da her şeyin eskisi gibi kalması için, bir çoğunun değişmesi gerekiyor sözünden hareketle revizyonist rüzgarlara kapılabilirsiniz. Kendinizi akışa ve Visconti’nin muazzam anlatımına bırakmanız yeterli olacaktır.
Leopar’ın sinema tarihine geçişindeki en önemli kozlardan biri ise şüphesiz son 45 dakikada var olan balo sahnesi. Mizanseni çok kuvvetli, kalabalık kadrolu ve görkemli. Bütün hesabı tamamen kapatıp, tadı damağınızda bırakacak büyüklükte bir sahne. Her şeye nokta koyduran, karakterlerin her birinin secerelerini döktüğü ve o noktaya nasıl geldiğini anlamamızı sağlayan o harika sahne, filmin en can alıcı noktası. Bu görkemli sahnede bir an bile gerçeklik duygusu kaybolmuyor ve yapay duran hiç bir şey göze çarpmıyor. Şu an var olan teknolojiyle bile zor yakalanabilecek bir sahne ve bir final. Kamer açılarından, oyuncuların her birinin performanslarına, kurulan atmosferden, sinematografinin büyüsüne kadar muhteşem işlenmiş, etkisi uzun süre kaybolmayacak harika bir görsel şölen. Rüzgar Gibi Geçti ile kıyaslanması ve İtalya’nın ona denk düşen filminin bu olduğu yönündeki kıyaslamalara ise özellikle bu sahne üzerinden ihtişam olarak katılmak mümkün ama içerik ve söylem anlamında Leopar kesinlikle çok daha üst düzey bir film.
Leopar’ın hikayesi ve anlattıkları, günümüzde başka şekillerde de olsa ortaya çıkmaya devam ediyor ve sanırım dünya var oldukça da gerekliğini devam ettirecek. Aristokrat bir aileden gelen ve sonraların sıkı bir Marksisti olan Visconti gerek yönetmenlik dehası, gerekse siyasi birikiminde dolayı büyük ihtimal böyle bir hikayeyi ve böyle muhteşem bir kitabı anlatacak en yetkin kişidir. Bu zaten o kadar belirgin ki, film neredeyse kusursuz bir baş yapıt olarak sinema tarihinde yerini alış vaziyette. Görkemli bir şekilde anlatılarak gücü daha da artan filmi izlerken değişmeyen tek şeyin değişim olduğu gerçeğini de hafızalarımıza iyice kazıyacağız.
.