Anlar ve Arayışlar…
Usta yönetmen Terrence Malick sinemaya 70’li yıllarda çektiği iki filmle ve oldukça etkileyici biçimde başladı. Days of Heaven ve Badlands filmleri yabancılaşma, nihilist bakış açısı, sınıfsal farklılıklar gibi meseleleri beyaz perdeye taşıdı ve filmlerin anlatım biçimi Malick farkına rağmen normal matematikteydi. Daha sonra yirmi yıla yakın film çekmeyen Malick, The Thin Red Line ile bir başyapıta imza atarak geri dönüyor ve sinema tarihine en iyi savaş karşıtı filmlerden birini kazandırıyordu. Malick artık film çekme sıklığını artırıyordu ve bir sonraki adım New World olacaktı. Eski sinemasından kopup yeni bakış açısı ve sinema tarzına da göz kırpan bu film en hafif tabirle ara sıcaktı. Daha sonra The Tree of Life ile başlayan ve To The Wonder ile devam eden yeni Malick sineması sahne almaya başladı. Senaryo matematiğinden kadrajlara, şiirsel ve büyüleyici anlatımdan görselliğin ön planda tutulmasına kadar oldukça kişisel bir sinema. İşte bunun son örneği Filmekimi programında karşımıza çıkan Knight of Cups…
Filmin en büyük kozu ve kesin ziyafet vadettiği ilk özelliği, görsellik. Her zamanki gibi mükemmel görüntüler, harika sahneler ve yakalanan inanılmaz kadrajlar mevcut filmde. Müziklerin ve kurulan atmosferin de yardımı ile senaryo anlamında sizi çeken bir şeyler bulamasanız bile büyüleyici bir deneyim yaşamanız mümkün. Tabii bunda Malick ile birlikte, sinemanın en iyi görüntü yönetmenlerinden Emmanuel Lubezki’in payı büyük. Onun dehası ve yeteneği çalıştığı her filmde fazlasıyla kendini belli ediyor ve bizi perdeye kilitlemeyi başarıyor. Hani her biri tablo gibi dediğimiz, içinde kaybolmak istediğimiz ve saatlerce sıkılmadan izleyeceğimiz türden…
Filmin konusuna şöyle bir bakalım: Rick, epey zengin, güzel bir işi olan, yalnız bir adam. Bir arayış içerisinde ve bunu yaşarken geçmişin travmalarını da beraberinde taşıyor. Babası ile yaşadıkları ve bunun yetişkinliğine etkileri yoğun. Başka bir hayat yaşıyormuş gibi hisseden ve bir kayboluş yaşamakta olan bir adam Rick. Hayatındaki kadınlar sürekli değişir, onun yolunu bulmasına birer araç bu kadınlar ama Rick tatmin olamamaktadır. Hiçbir şeyden keyif alamamaktadır. Burada Malick’in bir felsefe hocası olduğunu da hatırlarsak bazı söylemlerin, aforizmaların altın değerinde olduğunu tahmin edebiliriz. En çok vurguladığı dertlerden biri de insanın tutunacak bir şeyler araması ya da eldekilerin değerini bilmemesi… Önemli bir şeyi kaybettiğimizde, hayatımızın diğer kazanımlarından vazgeçmemeli, onların değerini bilmeliyiz. Bütün bunları bilirken de “aşk”ın en önemli olduğunu düşünürüz hep. Hatta diğer her şey kötü geçse bile aşk varsa yeterli görürüz ya da tam tersi, her şey mükemmelse ama aşk kötüyse o da bizi üzer, düşüşümüze neden olur. Varoluşsal bir zeminde anlatılmak istenen bunların yanlış, her şeyin gelip geçici olduğu.
Malick’in görsel şöleni hep “an”lar üzerine ve hep mutlu anları hatırlamak bir hayli güç. Bu anlamların yanı sıra, filmin senaryosunun ya da anlattığı dertlerin diğer filmlere nazaran daha zayıf olduğunu da belirtmek gerek. The Thin Red Line, The Tree of Life gibi anlatımların yanında bu filmdeki mesajlar biraz görselliğin altında kalıyor. Bale’in oyunculuğu, Lubezki’nin görsellerine yaslanmış olma durumu gibi yorumlanacak bu tercihler, en azından epey geri adım olan To The Wonder sonrası size ilaç gibi gelecektir.
Malick’in bu yeni tarzını bir süredir sinemada izlerken filmlerden yarısında çıkanları sayıyoruz. Zira hazmetmesi, sindirmesi ve sabretmesi zor filmler bunlar. Tarzı sevmeyeni, şiirselliği bu tarzda istemeyeni oldukça zorlayabilir. Seveni ise her zaman mest edecektir.
Anlatacak derdi çok, yeteneği su götürmez bir gerçek olan ve görsel anlamda harika anlar yakalayabilen Malick’in belki de yeni bir The Thin Red Line çıkarma zamanı geldi. Her zaman kuralları altüst eden ve sıra dışı olan Malick’in eski yılların acısını çıkartırcasına peş peşe film çekmesi bizi bu anlamda heyecanlandırıyor. Ondan başyapıt gelme ihtimali sinemayı bırakana kadar devam edecek.