Salvatore Giuliano, İtalyan halkını günümüzde bile ikiye bölmüş bir haydut/halk kahramanıdır. Sicilya’nın bağımsızlığını savunan, bir nevi Robin Hood olarak görülmesini sağlayan eylemlere imza atan Giuliano, hükümet ile anlaşıp komünistlere saldırmış ve çeteler ile iş birliği yapıp halkı hayal kırıklığına da uğratmıştır. The Godfather romanının devamı olan Sicilyalı’da Mario Puzo’nun kalemine konu olan ve daha geniş kitlelerce de tanınan Guiliano’nun hikâyesi mafya, suç, siyaset bağlantılı konularda da her zaman örnek teşkil etmiştir. Usta yönetmen Francesco Rosi ise Giuliano’nu hikâyesini tüm dinamikleri ile ortaya koymuş ve taraf olamadan en yalın hali ile peliküle aktarmıştır. 1962’de Berlin Film Festivali’nde en iyi yönetmen ödülünü de alan Rosi’nin filme layık gördüğü isim de yine yorumsuz ve sadece karakter odaklı oluşunu duyururcasına “Salvatore Giuliano”dur.
Rosi, çok sevdiği ve diğer filmlerinde de kullandığı mozaik anlatımla, ileri geri dönüşlerle aktarmayı tercih eder hikâyeyi. Bunu yaparken Giuliano’nun ölümünden başlayıp o noktaya nasıl geldiğini tüm çıplaklığı ile gözler önüne serer. Yorum katmaz, taraf tutmaz ve Giuliano’nun her hareketini aktarmaya çalışır. Robin Hood gibi görüldüğü anlar da vardır filmde, hükümet ile anlaşıp komünistleri öldürmesi de. Bunu yaparken de sadece düşüncesine ve gerçekleştirdiği olaylara kanalize olabilmemiz için yüzünü hiç göstermez Giuliano’nun. Hem önemli olanın anlatılan olduğunu biliriz hem de karakter ile bir bağ kurma şansımız zayıflar. Hal böyle olunca da objektif bir yaklaşıma sahip olur, yaptıkları üzerinden bir fikir edinir, izlerkenki tarafımızı belirleriz. Belki biçim olarak değil ama hikâyeye dokunuş açısından bir belgesel havası hissederiz. Köylüler, siyasiler, komünistler, zenginler, fakirler, Giuliano ve biz en parlak görüntülerin altında adeta baş başa kalırız. Bütün bir Ada’nın, nasıl yönetildiğine, sosyal ve politik güçlerin kaderine nasıl karar verdiğine tanık olurken kahraman mitinin de tersyüz oluşuna şahit oluruz. Bütün kötü yönleri, yavaş yavaş çöküşü ve halkın gözünde yücelen bir portrenin nasıl çöktüğünü en yalın ama net haliyle görürüz. Klişeler ile oynar Rosi. Önce ölümünü gördüğümüz kahramanın daha sonra büyümesini, Robin Hood kıvamına ulaştıktan sonra ise nasıl zalimleştiğini ve etrafındaki isanların bile sırt çevirdiği biri haline geldiğini gözler önüne serer.
Rosi’nin filme bir belgesel havası katması ve yeni gerçekçiliğe yakın duran anlatımı seçmesi, izlerken bizlerin konsantrasyon düzeyini en üst seviyelere taşıyor. Bir filmden çok, gerçek görüntüler izliyormuşcasına kotarılmış renkler, ışık ve kadrajlar, olayların merkezinde olmamızı sağlıyor. Hal böyle olunca da Guiliano’dan bazen nefret ediyor, bazen de onu haklı buluyor, yanında oluyoruz. Sicilya’nın görmezden gelinen, hep dışlanan hikâyesini de en eski haliyle görerek tabii. Bu dışlanmanın başlangıç noktalarını değil belki ama en yoğun yaşandığı İkinci Dünya Savaşı ve sorasını Giuliano’nun hikâyesi ile birlikte harmanlayan film, fikir sahibi olma konusunda da bize epey yardımcı oluyor. Günümüzde bile siyasi olarak öteki İtalya olarak görülen ve hiç kabul edilmeyen Sicilya’nın yaşadıklarını, sanatın gücünü kullanarak çekinmeden ortaya koyan Rosi, her zaman bir belge niteliği de taşıyacak bir başyapıta imza atıyor. Büyük usta Martin Scorsese’nin sinema tarihinde en sevdiği on iki film listesinde de yer alan Salvatore Giuliano’yu siyasi tartışmaların yoğun olduğu bu günlerde izlemeniz için bütün şartlar da elverişli gibi.