Arnold Schwarzenegger terminatör olarak geri döndü. Hem de bir değil iki kere döndü. Yaşlanmış bir terminatör olarak huzurlarımıza arz-ı endam ederken, dijital bir yardım ile gençliğini de hikâyenin içinde bulma fırsatını yakaladık. Tıpkı Hollywood’a transfer olduğu Hercules filmlerindeki bir görünüm ile. “I’ll be back” diyerek yıllarca bizi heyecanlara gark eden T-800, sonunda sözünü tuttu ve geri döndü. Yaşlanabilen, duyguları olan ve espri yapabilme yeteneğine de sahip olan bu yepyeni terminatör, serinin en duygu yüklüsü olma özelliğini de taşımakta. Tabii burada video kaset kültürünü 80’ler ve 90’larda sindire sindire yaşayanlarımız için Schwarzenegger’in yerinin ayrı olduğunu ve bunu sağlayan bir karakter ile onu tekrar perdede görmenin ne kadar mutluluk verici olduğunu da belirtmek gerek.
Filmin yeni bir Mad Max olup seriyi çok daha ileriye taşıyacağına dair umudumuz pek yoktu ama içten içe de bir beklenti içine girmiştik hani. Bu anlamda pek başarılı olduğunu söylemek güç. Bir deneme söz konusu fakat tam başarılamayan cinsten. Teknolojinin insan üzerindeki ağırlığını, kader denen olgunun tamamen insanın kendi yarattığı bir durum olduğunu ve insanların günümüzde artık her hareketlerinin, her adımlarının göz önünde olduğu gerçeğini zorlasak George Orwell’a bile göz kırpacak cinsten bir eşeleme mevcut ama bunun içi doldurulabilmiş mi, işte orası tartışılır. Her şeyin gözlendiği, kontrol altında olduğu ve insanların tüm iletişim araçlarının birbirine bağlı olduğu bir sistem hedeflenen. Bazı sahneler ile gözümüze sokulan, elimizden bırakamadığımız ve bağımlı hale geldiğimiz şimdiki akıllı telefonlar ve tabletler olsa dahi, çok daha büyük bir sistem anlatılmak isteniyor. İşte, bunu verebilme noktasında biraz zayıf kalınmış. Aksiyona yüklenme anlamında bilinçli bir tercih olabilir belki bu ama kesinlikle yanış bir tercih. İlk filmin tarihinin 1984 olması, bu anlatılanlar düşünüldüğünde epey tatlı bir tesadüf olarak dikkatimizi çekmedi değil.
Her şeyi toparladığımızda filmi izlerken, Terminator külliyatından edinilen birikim ve felsefe değil de modern sinemanın bilim – kurgu kodları referans alınırsa, filmden memnun kalma oranı da epey artacaktır. Serinin ilk iki filmine biraz benzerlik, zaman – mekan kullanımı ve biraz da karmaşık yaratılan hikâye örgüsü bahsedilen dertlerin ağırlığını kaldıramayacak kadar basit ve fazlasıyla bilindik. Tabii yiğidi öldür hakkını ver, demişler. Teknolojinin nimetlerinden yararlanma anlamında, yani teknik ve biçimsel açıdan film epey doyurucu. Özellikle “yeni izleyici memnuniyeti” derken, bu kısımların ön planda oluşunu hesaba katmak gerekli. Görsel efektlerin nimetlerinden yararlanılırken, izleyicisini memun edecek fikirler, hafızalarda yer edecek sahneler üretilmiş. Manyetik Rezonans cihazından bile gayet etkileyici aksiyon sahnesi yaratabilmek sanırım bu düşüncenin bir ürünü. Hal böyle olunca da tekrar etmek gerekir ki yeni izleyiciyi epey memnun eden, eski izleyiciye ise yenilikten çok nostalji vadeden bir film ortaya çıkıyor.
Filmde John Connor’ın geldiği durum biraz Darth Vader’ın gidişatını da andırmıyor değil. Oradakine benzer anti kahraman durumu, kendi ailesi ile yaşadığı çatışma hikayeyi de başka bir boyuta taşıyor. “Serinin gerçek üçüncü filmi bu” tartışmaları da sanırım burada başlıyor. Kurgusal olarak bakıldığında, Connor’ların durumu ve “bizim” terminatörün geldiği nokta kaba tabirle bu filme cuk oturuyor ve ilk iki filme çok daha yakın duruyor.
Beklenti çok olduğu için, oyuculuk performansları için de bir paragraf açmak gerekir sanıyorum. Game of Thrones ile epey ünlenen ve dizideki rolünün üzerine yapışması ihtimaline rağmen Emilia Clarke elinden geleni yapmış. Sarah Connor olarak belki serinin sevenlerini tatmin etmeyebilir ama sinemaya transferi konusunda, iddialı yapımların da üstesinden gelebileceğini göstermiş. Jason Clarke da son yıllardaki yükselişine devam ediyor. Kendisini blockbuster yapımlarda daha çok izleyeceğiz belli ki. Spartacus ile ünlenen Jai Courtney ise peş peşe bilim-kurgularda boy gösterdi. Sanırım çok daha fazla ve değişik türde performansları kendisinden beklememeliyiz. J.K. Simmons’ın çok az rolü olmasına rağmen yine güzel bir performans ortaya koyduğunu söyleyip Arnold Schwarzenegger’e geçelim. Yazının başında onu görmenin keyfinden bahsetmiştik. Performansına gelince de şunu demek lazım gelir: “Bu adam terminator oynasın diye dünyaya gelmiş”. Hâlâ rolüne çok yakışıyor, hâlâ aynı performansı ortaya koyabiliyor ve bu sefer espirili olan, yeni yaşlı terminatöre de hemen ayak uydurmayı başarıyor. Umarım seri devam ederse, kendisini en azından son bir kez daha terminatör rolü ile izleyebiliriz.
Son tahlilde; Terminator Genisys’in hasret gidermemize olanak tanıyan, çok yeni bir şey vadetmeyen ama görsel açıdan doyurucu olduğunu yineleyelim. Seriyi değil ama türü sevenleri film, epey memnun edecektir. Hikâye-film, eski havası ve yaratmaya çalıştığı yenilikler arasındaki sıkışmışlığı ile tam da film boyunca terminatörün kendine yakıştırdığı cümledeki gibi: “Yaşlı ama antika değil”.