Korku türü son yıllarda epey değişim gösterdi. Türün 90’lara damga vuran teen slasher akımından sonra nereye evrileceği merak konusuydu. Tıpkı bizim sinemamız gibi, dünya sineması da seri katillerden, arızalı karakterlerden biraz uzaklaştı ve doğaüstü olaylara yer vermeye başladı. Özellikle James Wan önderliğindeki yeni sinemacılar, bu anlamda oldukça başarılı ve etkileyici işlere imza attılar. Peki 70’lerin sonu ve 80’lerin başında durum neydi? Myers, Freddy, Jason gibi psikopatların hüküm sürdüğü yıllarda doğaüstü konular işlenmiyor muydu? İşte bu soruların, isim üzerinden gidildiğinde, tek ve en orjinal cevabı şöyleydi; Dario Argento!
Argento sineması, gore kültüründen de beslenen, kendine has bir üslubu ve tekniği barındıran bir sinema. Biçimin çok önemli olduğu, hatta çoğu zaman hikayenin epey önüne geçtiği bir tarzı var. Görsel açıdan doyurucu, oldukça sert ve stil ustası olduğunu kanıtlayan cinsten sahneler de Argento sinemasının olmazsa olmazları. Bu anlamda en özgür davrandığı, hikayeyi de çok boşlamadığı ve kült mertebesine ulaşmış filmi Suspiria, ustanın başyapıtlarından biri ve filmografisinin de kesinlikle en iyisi. Sadece bununla kalmayıp, korku külliyatının en iyilerinden biri olduğunu söylemek de sanırım abartı olmaz. 1980 yılında çektiği Inferno ve 2007 yılında kotardığı La Terza Madre ile birlikte “Üç Ana” üçlemesini oluşturan Suspiria, en rahatsız edici ve herkes tarafından hazmı kolay olmayan bir klasik olarak sinema tarihinde yerini almış durumda.
Suspiria, İtalyanca karşılığı Giallo olan ucuz cinayet romanları tadında başlıyor ki Argento’nun ustası kabul edilen Mario Bava bu anlamda öncü sinemacılardan. Ondan aldığı ilham ve Scorsese’ye kadar bulaşan kamera hareketleri sanırım sinemasının temelinin en güçlü yanları. Ucuz romanları ve B-film özelliklerini destekleyen pek çok öğe de gözümüze net olarak çarpmakta. Aşırı kan kullanımı, son derece rahatsızlık verecek cinayet sahneleri ve Argento’yu yıllarca kadın düşmanlığı ile suçlamaya yetecek kadar sert olan kadın kurbanların öldürülme şekilleri. Burada sanırım yanlış anlaşıldığı yerler, stil konusundaki takıntılarından dolayı, en ufak detayına kadar cinayetleri göstermek istemesi. Yani, cinayet olayını görsel açıdan şölene çevirip, belki de kendi içinde meşrulaştırması. Bunu da kadın karakterler üzerinden yapması farklı yorumlanabilmekte. Suspiria’da bu durum çok daha ön planda. Bir de Goblin grubunun epey rahatsız eden müzikleri ile birleşince seyirciyi yakalayıp, amacına fazlasıyla ulaşıyor Argento. Bu yöntemlerin kullanılması ile de film, ikinci yarıdan sonra bambaşka bir hal alıyor ve hala günümüzde korku sineması üzerinde etkilerini görebildiğimiz doğaüstü güçler, soyut kavramların somutlaştırılması gibi yöntemlerle tinsel konulara evriliyor. Efsaneleşen ve filmin doruk noktasına ulaştığı anlarda görülen cadı topluluğu ve benzeri sahneler ile de Argento tür içindeki her dinamikte usta olduğunu adeta tekrar tekrar kanıtlıyor.
Suspiria, sanat yönetimi açısından da bir başyapıt. Giuseppe Bassan’ın bu anlamdaki başarısı dudak uçuklatan cinsten. Koridorlar, tavanlar, filmin atmosferine yardımcı olcak her şey ustaca kotarılmış. Yani, set ve dekorlar inanılmaz ayarında ve etkileyici durumda. Kabaca, bu filme daha iyisini bulmak neredeyse imkansız diyeceğimiz türden. Bunu, Luciano Tovoli’nin harika görüntüleri ve ışık kullanımı da destekleyince o bahsettiğimiz stil ustalığını yakalamak çok da zor olmuyor. Argento’nun yaratıcılığı ile birleşen bu özellikler, öylesine muazzam bir tad bırakıyor ki damakta, her izlendiğinde aynı tadı almak sürpriz olmuyor.
Sonuç olarak, Suspiria elbette herkesi memnun edecek bir film değil. Nefret eden ya da izlerken tahammül sınırları zorlanıp tamamlayamayacak izleyici çok olacaktır. Ancak, hem Avrupa sineması dinamikleri taşıyan, hem anlattığımız üzere ucuz romanları referans alan Suspiria, hayatınızdaki en korkunç 100 dakika olmaya aday.