Bir yönetmenin çok sevilmesinin sebeplerinden biri onunla aynı bakış açısına, belki aynı yetiştiriliş tarzına ve benzer dünya görüşüne sahip olmak olabilir. Zira; aynı yerden baktığın bir sanatçının eseri, seni çok daha derinden yakalar ve içselleştirme konusunda sorun yaşamazsın. Hatta çok beğendiğin ve umut vaat ettiğini düşündüğün bir oyuncuyu, o yönetmenin bir sonraki filminde görmek bu bağın en enteresan göstergelerinden biridir.
Paolo Sorrentino ile olan bağ ise kendi adıma daha da ilginç. Küçükken oluşan futbol merakı, Maradona’nın futboluna ve siyasi görüşüne olan hayranlık, daha sonra Napoli taraftarı olmak, Scorsese’yi birçok sinemasever gibi sevmek ve İtalyan sinemasına bağlılık ışığında Fellini hayranlığı. Bütün bu saydıklarım, Sorrentino’nun Oscar konuşmasında mevcut. Aynı yerden bakan bir yönetmenin filmleri de tabii ki başucu filmlerim. Özellikle La Grande Bellezza son yılların en iyi filmlerinden ve adeta Fellini sinemasının yeniden doğuşu demek.
Daha ilk senaryosu ödülle buluşan ve övgüler toplayan Sorrentino, kendi çektiği ilk filmle de (L’uomo in Piu – 2001) en iyi genç yönetmen dalında Nastro D’argento ödüllerinde boy gösterdi. Daha sonra hemen her filmi Cannes’da yarışma bölümüne seçildi ve La Grande Bellezza ile başta Oscar olmak üzere birçok prestijli ödülün de sahibi oldu. Sorrentino sineması, daha kısa filmler çektiği dönemde bile çok sert ve cesurdu. Politik söylemler, hicivli üslup, sınıfsal problemler ve insanların kendilerini sorgulamasını sağlayan göndermeler. Bunların dozunu artırdığı ve komedi sosuyla harika harmanladığı politik bir başyapıt olan Il Divo filmi bu anlamda doruk noktasına ulaştığı yapımıdır yönetmenin. Mafya devlet bağlantılarını, dönemin başbakanı Giulio Andreotti’nin hayatı üzerinden en net hali ile izleyiciye aktarmıştır.
Le Conseguenze Dell’amore filminde ise yalnızlık ekseninde mafya meselesine çok farklı bir bakış açısı getiriyor.Alışılmış mafyöz tipleri değil de post modern bir piyon karakter yaratıyordu. La Grande Bellezza filmine gelindiğinde ise kaba tabirle sosyete sınıfının sorunları irdeleyen, dini göndermeleri bazen yerme bazen saygı duruşu niteliğinde yapan ve Roma’nın muhteşemliği içinde ezilen karakterleri önümüze seren bir başyapıt ortaya koyuyordu Sorrentino. Bunu yaparken de Fellini sinemasından öğeleri de barındırıyordu. Başta şiirsellik dozu olmak üzere, o dönemin filmlerine olan özlemimizi de gidermemizi sağlıyordu.
Sorrentino sineması teknik açıdan da doyurucu ve tercihlerin fazlasıyla doğru olduğu bir sinema. Post modern anlatıma uygun mizansenler, iliklere kadar hissetmenizi sağlayan kadrajlar, mükemmel müzik kullanımı ve tabii ki büyüleyici bir hava. Atmosfer kurma işinde son derece özgün ve etkili. Rüyaların birer tasviri gibi duran sahneler barındırıyor. Sorrentino daha çok yüzleşme içindeki karakterleri barındıran filmler yaptığı için bu kadrajların ve havanın önemi çok büyük. Empati ya da bir bağ kurmamızı daha da kolaylaştırıyor. Bunların yanı sıra Sorrentino demişken çoğu filmde beraber çalıştığı Toni Servillo’dan da bahsetmek gerek. Normalde aynı yönetmenlerin, aynı oyuncularda ısrar etmelerini pek savunmam. Zira, bazı yapışan karakterleri her filmde görmeye başlarız ama Scorsese – De Niro gibi popüler ve iyi birkaç istisna kabul edilebilir durumda. Sorrentino – Servillo birlikteliği de bunlardan biri. Servillo’nun harika performansları ve her role gerçekten farklı hazırlanıp, bunu yansıtabilmesi böyle düşünmemizi sağlıyor.
Sorrentino sadece İtalya değil, Avrupa hatta dünya sineması için de büyük bir kazanç. Zaten şimdiden ikinci İngilizce filmini de çekmiş durumda. Ondan da alnının akıyla çıktığı zaman iyice usta kategorisine terfi edeceğini düşünüyorum. Modern sinemanın dinamikleri ile Fellini başta olmak üzere İtalyan sinemasının geleneklerini muhteşem bir şekilde harmanlamaya devam ettiği sürece de Sorrentino ismi hep konuşulmaya devam edecektir. Bize de arkamıza yaslanıp tadını çıkartmak kalıyor. Muhteşem sinemanın ve İtalya’nın bu yeni keşfinin güzelliğini henüz görmediyseniz hiç vakit kaybetmeyiniz.