Vampir filmleri özellikle 2000’li yıllarda epey evrilmiş ve daha önce korku kalıbı içinde olan bu tür, artık romantik filmler kategorisine de hizmet etmeye başlamıştı. İşte, bu örneklerden biri ve aralarından belki de en orijinali “Let the Right One In”. İsveç yapımı olan ve hikâyesinin de bir İsveç kasabasında geçtiği film, on iki yaşlarındaki Eli ile Oskar’ın ilişkisi üzerinden ilerliyor. Kuzey Avrupa sinemasının o soğuk, izleyiciyi ile hem ciddi bir mesafe kuran ama bir o kadar da samimi olan tavrı bu filmde de kendini yoğun bir şekilde hissettiriyor. Tabii filme sadece vampir filmi demek de büyük haksızlık olur. En yoğunundan, en etkileyicisinden bir dram aynı zamanda.
Oskar, annesi babası ayrı, okulunda arkadaşları tarafından sürekli dalga geçilen, içine kapanık bir çocuk. Okuduğu kitaplar daha çok cinayet ve ölüm üzerine… Sahip olduğu bıçakla da güç üzerine küçük oyunlar oynayıp duruyor. İçindeki bastırılmış şiddet eğilimi ve intikam dürtüsünü bu şekilde dışa vurmakta. Bir gün Oskar, Eli ile tanışır. Eli, bir vampirdir ve Hakan adlı bir yetişkin tarafından bakılmaktadır. Filmin ilk gizemi de burada başlar. Hakan, Eli’yi doyurmak ve yaşamına devam etmesini sağlamak için insanları öldürmekte ve kanlarını taşımaktadır. Acaba babası mıdır? Yoksa vampire kölelik eden bir adam mıdır? Kendini feda edecek kadar bağlılık nereden gelmektedir? Bütün bunlar film boyunca izleyicinin aklında kalır. Bu gizem altında adeta bir aşk filmi devreye girer. İçine kapanık Oskar’ın bile dile gelebildiği bir aşk hem de. Birbirlerine gittikçe bağlanan iki çocuğun en saf haldeki aşkı. Burada da ikinci gizem ortaya çıkar. Oskar’a sürekli “Ben bir kız olmasam da beni yine sever misin?” diyen Eli bir sahnede çıplak görülür. Bu sahne sırasında onun hadım edilmiş bir erkek olabileceğini düşünürüz. Tam da bu noktada film bize cinsiyetin önemsizliğini anlatır. Sevginin gücünün de ne kadar önemli olduğunu. Hatta bir sahnede Oskar babasının yanındayken eve babasının erkek arkadaşı olduğunu düşündüğümüz biri gelir. Bu ortamdan etkilenen Oskar soluğu Eli’nin yanında alır ve onu şartlar ne olursa olsun seveceğini söyler. Kendisinin, cinsiyetin önemini reddetmeye başladığı zamanlar da buraya denk düşer.
Filmin atmosferi oldukça başarılı kotarılmış. Estetik sahneler, İsveç’in soğuk ve kar altındaki manzaraları ve en koyusundan depresif bir altyapı. Aşk filmi izlediğimizi bolca hissettiğimiz anlar da cabası. Tabii az ama öz vuku bulan şiddet anları da tadından yenmez nitelikte. Harika bir biçime sahipler. Eli’nin, vampir olduğu için mecburen kan emmesi bile öyle güzel aktarılmış ki onun için üzülüyor, bu mecburiyetinden dolayı çaresiz oluşundan kullandığı yöntemleri meşrulaştırıyoruz adeta. Tabii Oskar’ın içindeki intikam dürtüsünü ortaya çıkarmasını da. Yönetmenin başarısı, bizim, soğuk atmosfere rağmen filmin içine girebilmemizi ve empati kurabilmemizi fazlasıyla sağlıyor.
Filmin bir bölümünde, Eli’nin ısırdığı bir kadın ve onun başına gelenler fantastik havayı solumamızı sağlıyor. Zira, o anlara kadar fazlasıyla gerçek duran bir vampir filmi ile karşılaşıyoruz. Hem bu gerçeklikten uzaklaşmamız, hem de bir masal havası almamız için kotarılan ve çok doğru tercih edilen bir bölüm bu. Daha sonra da yine aşk yüklü, finale kadar devam eden bir gerilim… Keskin bir final… Aslında filmin finali birden fazla okumaya sahip. Mutlu son olduğunu iddia edenler oldukça fazla. En azından şok edici havuz sahnesinden sonra kaba tabirle “içinin yağı eriyenler” böyle düşünebilir. Oskar ve Eli’nin mutluluğa giden bir yola girdikleri hissi uyanıyor finalle. Bunun yanı sıra, Eli’nin kendisine yeni bir köle bulduğunu düşünenler de az değil. Epeydir on iki yaşında olduğunu iddia eden Eli’nin “Hakan’ın yerine, kendisine bakacak başka birini buldu” demek de çok uzak bir ihtimal değil.
Sonuç olarak Avrupa filmlerini sevenleri, radikal aşk filmlerine bayılanları ve modern sinemadaki vampir olgusunu işleyen filmleri sevenleri aynı potada eriten ve etkilemeyi başaran oldukça orijinal bir film. Estetik ve etkileyici sahnelerle de desteklenen, oyunculuk performanslarının üst seviyede olduğu modern bir klasik. 2010 yılında Amerikalılar, her başarılı örnekte olduğu gibi, Let Me In adında, yine kötü bir yeniden çevrime imza attılar. Daha evvel izlememiş olanlar, Amerika versiyonundan uzak dursunlar..