1941 yılında Sovyet Rusya’nın işgal ve sürgünleri sırasında kendini Sibirya’da bulan bir kadının öyküsünü anlatan şiirsel, estetik ve oldukça büyüleyici bir film Risttuules. Kendi adıma !f İstanbul’un takvimdeki son filmiydi. Güzel bir kapanış için iyi film çıkması yeterliydi. Film bittiğinde düşündüğüm şey ise, !f’te izlediğim en iyi filmlerden biri, belki de en iyisi olduğuydu. Erna’nın Heldur’a acı dolu ama umudunu hiç kaybetmediğini göstererek yazdığı mektuplar bize o dönemin bütün acılarını yaşatıyor. Bazen kocasını izleyen bir eş, çoğu zaman çocuğunu kendinden önde tutan ve her şartta onu mutlu etmeye çalışan bir anne ve kendini suçladığı anlar bile olan bir savaş mağduru. Mektupları onunla birlikte okudukça sadece empati kurmuyor, savaş, işgal gibi olaylara da adeta lanet ediyoruz. Bütün bu duygu yoğunluğunu ajite etmeden, muhteşem bir estetikle bize aktaran yönetmen ise gösteriminde olduğu gibi büyük bir alkışı fazlasıyla hak ediyor.
Filmin ilk bahsetmemiz gereken özelliği kamera kullanımı ve sinematografisi. Erna’nın mektuplarından birinde “Burada hayat sanki donmuş” demesinden etkilenen yönetmen Helde, sahneleri bu cümleden hareketle yapmaya karar vermiş. Erna anlattıkça sahneleri görüyoruz ama hareketli değil. Bir tablo gibi dondurulmuş vaziyette ama donan görüntü değil oyuncular. Bir tiyatro sahnesi gibi, oyuncular sahnede ama hepsi o sahneyi resmedercesine donmuş vaziyetteler. Uzun planlar ile çekilen bu sahneler sanat yönetimi ekibi ve oyuncular sayesinde kusursuz bir büyüleyici etki bırakıyor. Filmin kötü anlardan oluşan büyük bir çoğunluğu da bu yöntemle çekilmiş durumda. Burada siyah beyaz bir çizgi roman estetiği de yok denilemez. Tıpkı çizgi romanlardaki gibi sayfaları (sahneleri) çevirdikçe ve okudukça (dış ses) akış devam ediyor ve biraz da sahnenin devamı hayal gücümüze bırakılıyor. Bu tercihler, son derece iyi kotarılmış bir sinematografi ile de desteklenince görsel açıdan harika bir iş ortaya çıkıyor.
Bir suçlama, bir taraf olma ve fanatik söylemler yok filmde. Sade bir şekilde hikaye aktarımı var. Tabii Erna’dan dinledikçe nefret ettiğimiz bir yan mutlaka oluyor. Zira; olay ne kadar sade verilirse verilsin işin içinde işgal ve sürgün var. Burada biraz Erna’nın bir eş ve anne olarak yaşadıkları var daha önce de belirttiğim gibi. Çocuğunun karnını doyurmak ve sorularına büyük bir sabır ile cevap vermek en önemli görevi. Bunu yaparken üzüntü ve endişelerini de bir kenara bırakmak zorunda kalıyor. Hangi hediyeyi istersin sorusuna “ekmek” cevabını veren bir çocuğa annelik yapmak sanırım kalınabilecek en zor durum. Bir yandan da eşini, sevdiği insanı özlemek ve yaşadığına dair şüphelerle dolu olmak var. Yaşadığın topraklardan uzak kalmakta eklenince Erna’nın durumu sınırları zorluyor ama burada hep umut var. Yıllar, sahneler ilerledikçe yüzünden çöküşü net okunabilmesine rağmen umudunu hiç yitirmiyor Erna. Zaten filmin hareketli sahneleri ya eski günlerdeki geri dönüşler ya da umudun arttığı, nispeten mutlu olduğu anlar. Bu tercih izleyiciyi de mutlu ediyor ve biraz iyi hissettiğimiz yerlerde hareketli çekimlerle duygusal yoğunluktan, dramadan az da olsa uzaklaşıyoruz.
Sonuç olarak büyüleyici bir sanatın olduğu, şiirsel gücü bulunan başarılı bir drama Risttuules. Filmde epey bir Tarkovski havası da mevcut. Bu anlamda, tarzı sevenler epey memnun kalacaktır. Tarkovski filmlerindeki atmosfer bu filmde de mevcut ama yönetmen Helde söyleşi sırasında bu konu açıldığında kahkahalar atmamıza sebep oldu. Tarkovski’yi hiç sevmediğini ve filmlerini de pek beğenmediğini dile getirdi. Kendisi ile sanata bakış ve sanat tarihi ile ilgilenme anlamında bir benzerlik olduğunu, bunun da filme yansımış olabileceğini belirtti. Tarkovski sevmeden onun filmleri gibi bir film yapmak sanırım oldukça dikkat çekici. Henüz yirmi sekiz yaşında olan bu genç sinemacıyı önümüzdeki yıllarda daha çok konuşacağız gibi. Filmin en can alıcı ve referans olabilecek cümlesi ile yazıyı sonlandıralım; “Eğer bedelini yalnızlık ile ödeyeceksek, özgürlüğün anlamı ne?”