Pier Paolo Pasolini… Büyük yönetmen, senarist, yazar, şair… Hayatı sevmeyi bir aşk gibi tanımlayan, düşüncelerini gizli tutmayan, cesur, insanın içindeki ahlaksızlıkları yüzüne tokat gibi vuran bir maestro. Burjuvaya ilgi duyduğundan şüphelenilen bir komünist… Yaptığı filmlere izleyiciye fikir veren, onları harekete geçiren, daha doğrusu kışkırtan bir dahi. Bazılarına göre sapkınlıkları olan bir akıl hastası. Hangisini düşünürsek düşünelim, gelmiş geçmiş en iyi yönetmenlerden biri, sinemaya yön veren bir figür olduğu gerçeği değişmeyecek. Sanat ve siyaset ekseninde ne kadar cesur olduğunu ve belki de bu uğurda öldüğü hep hatırlanacak. Faşizme karşı yaptığı sindirimi zor filmlerin, aslında ne kadar önemli olduğunu aslında söylemeye gerek bile yok. Hala tanışmadıysanız ve bu satırları okuyorsanız kendinize bir iyilik yapın ve bir Pasolini filmi izleyin. Merak etmeyin, mutlaka kendinize katacağınız bir şeyler olacaktır.
Abel Ferrara da böyle düşünüyor olmalı ki, Pasolini için bir saygı duruşu, belki de bir ağıt göndermek için kolları sıvamış. Pasolini‘ye hayat vermesi için usta oyuncu Willem Dafoe‘yu da yanına alarak. Film, Pasolini‘nin son anlarına odaklanıyor. Bunu yaparken iç içe geçen bir kurgu ile hem Pasolini‘nin düşüncelerini bize aktarıyor, hem de tanımayanlar için fikir sahibi olmayı sağlıyor, hem de kafasındaki bir projeyi yan hikaye tarzıyla ile bize aktarıyor. Özellikle ölmeden önce verdiği son röportaj ve röportajın başlığı dikkat çekici; “Hepimiz Tehlikedeyiz”. Burada, Pasolini’nin eğitim sisteminden, kafasındaki dünya tasvirine, faşizmden, tarafsızlıkla suçlandığı komünizme, gerçeklik olgusundan, nefret ettiği şeylere kadar bir çok konudaki fikirlerini öğreniyoruz. Pasolini ile tanışmamış olan izleyiciler için, oldukça da referans olacak bir röportaj. Buradan şairliği ile ilgili bilgi sahibi olup, kendisinin şiirlerine bir yolculuk yapma fırsatını bile elde etme şansına sahip oluyoruz.
Buraya kadar her şey tamam ama Ferrara bunu tam manasıyla yansıtabilmiş, bize güzel bir biyografi sunmuş mu? İşte bu noktada, üzülerek cevabım, hayır. Zaten, Pasolini‘nin son anlarına odaklandığı için bir biyografi demek güç. Bunu yaparken Ferrara’nın kendi kafasının karıştığı da çok açık. Geçişler, kurgu hatta kullanılan müzikler bile o kadar belli ediyor ki bu karışıklığı, seyrederken ister istemez kopmalar yaşıyorsunuz. Çok dengesiz ve çok inişli çıkışlı bir senaryosu var filmin. Pasolini’nin fikirlerini duyduktan sonra, biraz bunu deşeceğine, iyice seyirci ile tanıştıracağına, ailesi ile olan bir sohbete dönüp, adeta kurulan bağı resetliyor. Bunu da filmin içerisinde defalarca yapıyor. Kullandığı renkler ve sahne seçimleri de her anlamda karamsarlık içeriyor ve sadece olumsuz olanları yaşamamızı sağlıyor.
Büyük usta Pasolini‘nin hikâyesinin ağırlığını kaldırmayan, oldukça hafif kalan bir film olmaktan kurtulamıyor “Pasolini”. Daha görkemli, daha lirik ve izleyiciye daha içten bir Pasolini biyografisi istemek sanırım biz hayranlarının en doğal hakkı. Tabii, Pasolini’nin başka bir vücutta ete kemiğe bürünmüş olması, onu izlemek, her şeye rağmen heyecan verici. Filmin izleyiciyi pek memnun etmeyeceğini ama ustayı daha iyi anlayabilmek için yine de izlenmesi gerektiğini düşünüyor ve yazımı son olarak içinde gerçek payı olan bir espri ile sonlandırmak istiyorum: “İtalyan’lar olmasaydı, sinema ve müzik bu kadar anlamlı olamazdı”.