Spike Lee muhalif tavırları ve ırkçılık karşıtı söylemleri ile tanınan bir yönetmen. Başta Tarantino ile Django Unchained filmi üzerinden olmak üzere , birçok yönetmen ve senarist ile giriştiği tartışmalar da gündemi epey meşgul etmişti. Bu tavrı, genç yaşlarda da ortaya koyan ve sinemaya erken giriş yapan Lee, bu anlamda doruk noktasına 1989 yapımı Do The Right Thing filmi ile henüz 32 yaşında ulaştı. Oyuncu ve senarist olarak da katkı yapan ve filme adeta her şeyini veren Lee, en iyi senaryo dalında birçok ödülün ve adaylığın da sahibi oldu. Film, kısa zamanda kült mertebesine ulaştı ve Lee sinemasının mihenk taşlarından biri haline geldi. Irkçılık karşıtı filmler arasında, karikatürize bir tavır ile kendine has bir yer de edinen Do The Right Thing, birçok yetenekli oyuncuyu da sinemaya kazandırmıştı. Bağımsız filmlerin tanınan yüzü, usta oyuncu John Turturro, Tarantino sinemasının vazgeçilmezlerinden Samuel L. Jackson, komedi filmleri ile kendine azımsanmayacak bir hayran kitlesi oluşturan Martin Lawrance, son yıllarda Breaking Bad dizisindeki performansı ile tekrar hayran kaldığımız Giancarlo Esposito ve bu filmle Oscar adayılığı da bulunan, başarılı performanslara imza atmış Danny Aiello. Bu isimlerin çoğunun ilk duraklarından biri ya da önemli adımlarından biri bu yapım olmuştu. Buram buram sıcağın ortalığı kavurduğu bir atmosferde geçen film, özellikle Lee’nin kullandığı lensler ve yakaladığı kadrajlar ile bunu izleyiciye çok iyi hissettirmeyi başarıyor.
Brooklyn’de, siyahilerin ağırlıklı olarak yaşadığı bir mahallede geçmekte hikaye. Spike Lee’nin canlandırdığı, pizza dağıtıcısı Mookie’nin ekseninde, bir günde yaşanan olaylar anlatılıyor. Bir radyo programcısı, sokaklarda boş gezinen işsiz güçsüz ve umutsuz gençler, siyahilerin mahallesinde yıllardır pizza satarak geçimini kazanan İtalyan bir aile, bütün gün köşe başında insanlarla uğraşan, tek eğlencesi bu olan mahallenin ileri yaştaki sakinleri ve en sıcak günlerden biri yaşandığı için bunalmış koskoca bir şehir. Bütün bu karakterlerin ışığında ırk ve sınıf ayrımcılığı, sorumsuzluklar, saygı, sevgi, bağlılık, aile ilişkileri gibi konular acımasızca eleştiriliyor, belki de alttan altta bir çözüm yolu aranıyor. Siyahilerin, İtalyanları mahallede istememesi, İtalyanların ise siyahilere karşı ırkçılık yapması, herkesin bunu yaparken de işine geldiği gibi hareket etmesi. Zarar verdiğini düşündüğünde ya da sadece sırf bir isteği yerine getirilmediğinde ırk konusunu gündeme getirip, o konu üzerinden saldırıya geçmesi. Tabii savunma yapanın da aynı silahı kullanması ve sonu olmayan, şiddete meyilli tartışmaların yaşanması. Aslında gayet eğlenceli olan, herkesin birbirini tanıdığı, mahalle kültürünü iliklerine kadar yaşayan halk, ufacık bir kıvılcımda nefreti yaşayıp, geri dönülmez sonuçlar doğuracak eylemlere imza atabiliyor. Bu, içimizde var olan ve temizlememiz gereken bir olgu mu? Yoksa etrafımızda yaşayan insanların baskısı ile oluşan bir yapay durum mu? Film, bunları sorgulamamıza da neden oluyor.
Filmin jeneriğinde değişik figürler sergileyerek dans eden kadın ve müziğin değişin melodileri bize başta eğlenceli bir hava verse de, bir o kadar da depresif olacağını gösteriyor. Yazıların karakter ve renk seçimleri bile bunu destekliyor. Tabii çalan parçanın siyahiler, güç, mücadele gibi sözlerden oluşması da ırkçılık sosunun tadına bakmamızı sağlıyor. Lee’nin derdini kara mizah tarzına yakın anlatması ve çoğu karakteri karikatürize oluşturması da bilinçli bir tercih. İtalyan ailenin, geleneklerine bağlı yapısı, aralarındaki komik diyaloglarla zedeleniyor ve mafyamatik duruş ters yüz oluyor. Malcolm X ve Martin Luther King fotoğrafları satan kekeme ve biraz akli dengesi bozuk olan karakter ise “beyazların hepsi ırkçıdır” görüşünde olanlara bir gönderme. “Siz haklıysanız, sizi destekleyen ve ırkçı olmayan tek beyaz da akli dengesi yerinde olmayandır.” minvalinde bir hiciv. İtalyan ailenin ünlüler duvarı da tabii sadece Pacino, De Niro gibi İtalyan asıllı Amerikalılardan oluşuyor. Senelerini o mahalleye vermiş pizzacı Sal, duvarda siyahi bir ismin fotoğrafı neden yok sorusuna bir anda sinirlenip “Burası benim dükkanım” diyebiliyor. Tabii nefret kıvılcımlarına hazır olan ve savunmaya geçenler de “Burası bizim mahallemiz, bizim üzerimizden para kazanıyorsun” diyebiliyor. Birlik olmak, bir düşünmek ve yaşadığın yeri bu tarz sahiplenmek ise her zaman olduğu gibi çocuklara kalıyor. Mahallenin ileri gelenlerinden birisi de, American History X ve This Is England gibi filmlerden de aşina olduğumuz milliyetçi söylemler kullanıyor. Koreli dükkan sahibine bakarak ve ona atıfta bulunarak, buranın kendilerine ait olduğunu belirtiyor, onların ucuza iş yapıp, mahallenin kendi çocuklarını işsiz bıraktığını dile getiriyor. Hiç bir çabası bulunmayan, üretmek ile alakası olmayan ve sadece atıp tutan bu karaktere de en güzel cevap en yakınından geliyor; “Bizim kendi çocuklarımız böyle bahaneleri kullanıyor ve yan gelip yatıyor. Bir şeyler yapan her kim olursa olsun benim için değerlidir ve gidip onlara biraz daha para kazandıracağım”.
Spike Lee’nin 25. Saat filminde meşhur olan ayna sahnesinin ilk izleri de bu filmde mevcut. 25. Saat’te Edward Norton’ın canlandırdığı Monty karakterinin, ayna karşısından nefret ettiği her şeyi dile getirip, adeta kustuğu sahne izleyenlerin hemen gözünün önüne gelecektir. Aynı şekilde bu filmde de kameraya bakarak, benzeri mottolar dile getiren insanlar var. Bu kısımda birbirlerine giydirdikleri ırkçılık yaftaları havada uçuşuyor. “Makarnacı pislik İtalyanlar”, “Afrika’ya dönmesi gerektiği söylenen becerilmiş köleler”, “şiddet yanlısı saygısız aşağılık polisler”, “dil bilmeyen ve bir evde 30 kişi yaşayan rezil Porto Rikolular”, bin bir tanımlama ile nefret duvarına dönüşen Koreliler, Yahudiler ve tabi en ırkçı tabirlerden biri olarak “zenciler”. Burada okurken bile dozajı fazla gelen bu ithamlarla Lee, içimizde olan-olmayan, kendimizi de sorgulamamız gereken bir ırkçılık deneyi yapıyor adeta.
İtalyan ailedeki baba-oğul sohbeti de filmin can alıcı sahnelerinden birisi. Oraya 25 yılını vermiş, birçok insanın büyüdüğünü görmüş, kazandığı bütün parayı oraya borçlu olduğunu söyleyen babasına oğlunun cevabı da baskının ne kadar önemli bir unsur olduğunu özler önüne seriyor. “Arkadaşlarım bana gülüyor, kendi mahallemize gidelim” diyen karakterin en sevdiği ünlülerin de aslında hep siyahiler olduğunu anlıyoruz. Kendi içinde aslında sorunu olmayan karakter, arkadaşlarının, çevresinin baskısını inanılmaz yoğun hissediyor ve utanma duygusunu ırkçılığa dönüştürüyor. İşin içinden çıkamayacağını anladığında ise kaçıp gitmenin en doğru yöntem olduğunu düşünmeye başlıyor. Aslında karşı koyabilse ve iyi geçinebilse mahallenin ve iyi insanların ona kazandırabileceği çok şey var. Bu öfkesi, babasının da içine işliyor ve bir küçük tartışma ölümle sonuçlanmaya kadar gidiyor. Siyahilerin de normalde her gün yemek yemeği sevdikleri, o güne kadar hiç tartışma bile yaşamadıkları pizza dükkanını yağmalamaya kadar giden bir isyanları ortaya çıkıyor. Zira, onları da tetikleyen, baskı oluşturan, hatta olayı sürü psikolojisine götüren mantıksız, ırkçılıkla beslenen bir karakter mevcut. Olayın sonunda da kazanan ne İtalyanlar ne de siyahiler oluyor, şiddet yüzünü gösteriyor, polis devreye giriyor ve bir kişinin ölümüne sebep oluyor. Tabii daha sonra da olayı ört bas etmeleri kaçınılmaz bir durum. Bizim bu olayı izlerken içselleştirmemiz pek de zor olmasa gerek. Şiddet kimseye zarar getirmiyor. Burada Lee, baskının, gücün, devletin her zaman son sözü söyleyen ve baskı – şiddet ile çözüm getirmeye çalıştığını da gözler önüne seriyor.
Lee, bir günde geçen olayı öylesine güzel bir senaryo matematiği ile anlatıyor ki; sanki yıllar sürmüş gibi hissetmemizi sağlıyor ve belli düzendeki bir mahallede her günün birbirinden farksız olduğunu anlatıyor. Muhteşem ve filme çok yakışan müzikler ile sözleri de derinlemesine mesajları algılamamıza yardımcı oluyor. Başta Danny Aiello olmak üzere harika performanslar sergilendiğini de belirtmek gerek. Aiello’nun çizdiği profil gerçekten usta işi. Turturro ve diğer yardımcı rollerin de üzerinde düşeni fazlasıyla yapması sayesinde filmin gücü kat be kat artıyor. Daha evvel de belirttiğim üzere, kendimizi sorgulamamızı da sağlayan film, üzerinden onlarca yıl geçmesine rağmen geçerliliğini fazlasıyla koruyor.
Buradan hareketle ırkçılığın hâlâ çağımızın en büyük sorunlarından ve hastalıklarından biri olduğunu belirtmek gerek. Umarım bir gün hepimizin eşit olduğu gerçeğini dolu dolu yaşadığımız günlere ulaşırız. İlk defa izleyecek olanlara iyi seyirler diler ve filmin en büyük referanslarından biri olan Martin Luther King’in şu sözleri ile yazıyı sonlandırmak isterim; “Irklar arası adaleti sağlamanın bir yolu olarak şiddet, hem işe yaramayan, hem de ahlaka aykırı bir yoldur. İşe yaramaz, çünkü sonu, herkesin mahvolmasına varan bir döngüdür. Eski zamanlardan kalan göze göz kanunu, herkesi kör eder. Ahlaka aykırıdır, çünkü amacı, karşı tarafın anlayışını kazanmaktan çok onu aşağılamaktır. Dönüştürmekten ziyade, yok etmeyi amaçlar. Şiddet, ahlaka aykırıdır, çünkü sevgiden değil, nefretten doğar. Toplumu yıkar ve kardeşliği imkansız kılar. İnsanlar arasında diyalog kurmak yerine, monologa yol açar. Şiddet sonunda kendi kendini yenilgiye uğratır. Geri kalanlara acı, saldırganlara acımasızlık getirir.”