Son yılların, özellikle festival filmlerinin klişeleri sık tekrarlanır oldu. Onlardan bazılarını bu filmde de görmek mümkün. Siyah beyaz sinematografi tercihi, ana karakter olarak ergenlik dönemini yaşayan ya da ergenlikten yeni çıkmış bir kadının seçilmesi, kahramanın bulunduğu yerden basıp gitme isteği ve yaşıtlarından göremediği hisleri küçük bir çocuktan görmesi… Bunlar, okurken size de epey tanıdık gelmiş olabilir. Hatta bazı özelikler, daha çok yeni izleme şansı bulduğumuz Frances Ha’yı aklınıza getirdi muhtemelen. Filmi izlerken de sık sık bu aklınıza gelecektir ama bütün bu klişelere ve benzerliklere rağmen, “Tu Dors Nicole” tamamen görmezden gelinmemesi gereken bir film.
Nicole mutsuzdur. Bir rutinin içine saplanmıştır. Daha önce keyifle yaptığı şeylerden bile zevk alamamaya başlamış ve bunları sorgular hale gelmiştir. Yaz mevsiminin gelmesi ve bunaltıcı sıcağın bastırması da ayrıca rahatsızlık vericidir. Bu noktada, yirmi iki yaşındaki bir kadının ruh hali izleyiciye net bir şekilde aktarılır. Kendini hapsolmuş hissetmekte, kaçıp kurtulmayı çare görmektedir. Hayat kendisine fazlasıyla rutin gelmektedir. Anne ve babası kuralcı, abisi ise vurdumduymazdır. Çalıştığı yer ise ona hiçbir şey katmamaktadır. En yakın arkadaşı Veronique ile bir plan yapar ve İzlanda’ya gitmek için bu planı devreye sokar. Eski sevgilisi evlilik arefesindeyken, bakıcılık yaptığı küçük çocuk da (ki filmin en karikatürize karakteri) Nicole’e âşık olur. Hatta Nicole kimseden alamadığı desteği ondan alır. Kara komediye yakışır cinsten büyük laflar duyarak hem de. Tüm bunları okurken bile belki içiniz sıkıldı ama karakteri benimsemek, onunla empati kurmak için her şeyi önümüze sunması yönetmenin kesinlikle bilinçli tercihi. Başta kadınlar olmak üzere bir çoğumuzun yaşadığı sorunlar bunlar. Kimimiz pes edip rutine devam ettik, kimimiz ise savaşıp hayatımızı değiştirdik. Nicole, her adım attığında ise ona seslenmek, bir şeyler söylemek istedik. Yapması ya da yapmaması gerekenleri… Onu çok iyi anladık. Yerine kendimizi koyduk ya da geçmişe bir yolculuk yapıp kendi hatalarımızı hatırladık. “Tu Dors Nicole”, çok güçlü bir film olmamasına rağmen, yönetmenin atmosfer kurma becerisi, bize bunları yaşatmayı başaran en büyük etken. Burada, atmosferden dolayı yakaladıklarımızı, senaryonun biraz düşürdüğünden bahsetmek gerek. O donukluk, kararsızlık ve ruh hali gerek oyuncu performansı, gerekse kullanılan kadrajlar ile iyi aktarılmış ama ya senaryo? İlerleme kaydetmeye izin vermeyen, herhangi bir önermede bulunmayan ve eksik kalan bir senaryonun bu yaştaki genç bir kadının sorunlarının altyapısı ya da çözümlemesine dair sunduğu bir şey yok. Sade anlatımı tercih edenler fazla rahatsız olmayacak ve seveceklerdir ama keşke Nicole’un psikolojisinin daha derinini hissedebilseydik.
Filmin destek aldığı ve tıkandığı yerlerde imdadına yetiştiği bonuslar ise müzikler. Sadece soundtrack anlamında değil, Nicole’un abisi ve grubunun çaldığı parçalar da buna dahil. Bazı noktalarda o kadar nefes aldırıcı sahnelerdi ki bunlar, filmin rahatlamasına da olanak tanıdılar. Özellikle küçük yan hikâyelerin göze batmaması ve dinamiğini devam ettirebilmesi açısından çok önemliydiler. Bütün karakterlerin, sıkıntıların ve birbirlerinde buldukları kaçışların ortak noktası bu anlardı. Tabii Nicole’un abisini anladığını gösterdiği ve onunla en çok yaklaştığı anlar da müzik üzerinden aktarılan anlardı. Belki de hayatın ritmini bulmamız ve rutinden kurtulmamız gerekliliğini bize böyle anlatmayı tercih etti yönetmen.
Sonuç olarak; “Tu Dors Nicole”, klişeler barındıran, son yıllarda çok bilindik olan bir derdi anlatan ama asla sıkmayan ve mutlaka bir şeyler bulabileceğiniz bir seyirlik. Büyük beklentiye girilmediğinde keyif vermesi muhtemel. Müzikseverleri ve bir dönem müzikle uğraşmış izleyicileri ise bir tık daha kendine çekecektir. Yönetmen Stephane Lafleur sinema kariyerinin henüz çok başlarında. Eğer üzerine koyarak giderse, bundan sonra kendisini takip etmeye değebilir.