Filmekimi 2014 takvimini oluştururken sadece hislerime güvenip seçtim Kreuzweg’i. Bilgilerine baktım, konusunu düşündüm ve iyi film çıkabilir dedim. Vasatın üzeri bile olsa yeterliydi ama neredeyse bir başyapıt olmasını gerçekten hiç beklemiyordum. Festival dışında, yıl bittiğinde de sanırım yılın en iyilerinden biri olarak listelerde yerini alacak. Hele ki beklenti düşükken böylesi güçlü, sert ve ne dediğini iyi bilen bir film izlemek insanı mutlu ediyor ve bu anlamda yaşadığı en güzel sürprizlerden biri oluyor. Senaryosu, diyalogların mükemmeliği, içselleştirmemiz için önemli bir unsur olan çekim tercihleri ile son derece etkileyici bir yapım Kreuzweg. Hani bazı filmler için, “gösterişsiz ama tokat gibi yüzümüze vuran” derler ya, işte bu film de kesinlikle bu tanıma uygun ve kesinlikle ıskalanmaması gereken bir şaheser.
Maria’nın hikayesi ile Hz.İsa’nın son anlarını iç içe geçirlimiş, ustaca kurgulanmış ve günümüze yorumlanmış hali ile 14 bölümde izliyoruz film boyunca. İlk bölümde İsa’nın ölüm cezasına çarptırılması ile Maria’nın rahip tarafından işlenmesi, kafasının içine ilk tohumların ekilmesi ve ölüme kadar gidebilecek kapkara bir hayatın başlaması paralel giden öykünün temel taşını oluşturuyor. İsa’nın son yolculuğunda, yere düştüğü anlar, ona son kez sevgi dolu bakanlarla karşılaştığı anlar, annesi ile görüşmesi ve son olarak da çarmıha gerilmesi Maria’nın hikayesinde de inanılmaz metaforik olarak adeta resmediliyor. Maria’nın da psikolojik olarak çöktüğü anlar mevcut. Küçük bir pembe yalan bile, ona öğretilenler ve kurulan baskılar ışığında hayatının hatası gibi yoğun yaşamasına sebep oluyor. Bu anlarda dip noktayı yaşayan Maria, tanıştığı bir karşı cinsten etkileniyor, ona sevi dolu bakışı hoşuna gidiyor ama burada annesi devreye giriyor. Ona baskıyı kuran, onu küçük düşüren, onu kısıtlayan ve bütün bunları din için yaptığını söyleyen bir anne. Hem de sanırım bir çocuk için, kaba tabirle doğduğuna pişman olacağı türden bir anne. İsa ölüme doğru giderken ve hala başkalarını düşünürken, Maria da adeta ölüme gidiyor, bu ağırlığı kaldıramıyor ve en önemlisi de bir çocuğun sahip olduğu en önemli şey olan hayallerini yitiriyor, hatta onları hiç yakalayamıyor.
Dinleyebileceği müzikler bile “şeytani melodiler” içeriyor diye elinden alınan bir çocuktan geriye ne kalır ki? Beyni yıkanmış, kukla haline dönmüş bir çocuk yaratmak, inançlı biri olmak mı demektir? O çocuğun aklı sadece ve sadece öğretilenlere ya da kendini feda etmeye yarar. Çünkü içi iyice boşaltılmış, tamamen monotonlaştırılmıştır. Din, günümüzde de gayet iyi gördüğümüz üzere, kötüye kullanıldığında en büyük felaketleri yaratabilecek bir olgudur.
Yönetmenin filmin neredeyse tamamını tek plan ve hareketsiz kamera ile çekmesi empati kurabilmek, içine girebilmek ve içselleştirebilmemiz için müthiş bir tercih. Donuk renklerin ve ışığın kullanımı da sarsıcı etkiyi ve korkutucu olanı daha sert yaşamamızı sağlıyor. Bunların yanı sıra, oyuncu performanslarının muhteşem oluşu ve diyalogların ustaca kaleme alınması, bu ürkütücü tablonun “maalesef” gerçek olduğunu hissetmemizi sağlıyor. Bu kadar net ve bu kadar sert bir şekilde ne anlattığını gayet iyi bilen bir yönetmen ve film az bulunur. Sürpriz bir şekilde karşımıza çıkan bu başyapıt, sonlardaki ufak mucize göndermesi ile de dini top yekûn karşısına almadığını ya da yok etmek istemediğinin de mesajını veriyor. Sonunda da sarsıcı bir finalle sinir katsayımızı iyice yükseltiyor, olması gerektiği gibi de canımızı sıkıyor.